BÜYÜK DOĞU, NECİP FAZIL (II)
 Gerçekten de yol bizimkidir. Yolumuzda yürüyüş tarzı ve mesafe alış hızımız da bizim olmalıydı. Başkalarının adımlarına, dışımızdakilerin ardına düşmekten uzak durmalıydık. İnanmış insana da bu yakışırdı.
Aslında insanı diğer yaratılmışlardan ayıran yolu–yordamı olmaktı. İnsana yakışan bir davası olmak; iddiasız bulunmamak değil midir? Kurtlar, kuzular, kuşlar gibi sevk-i tabiilerinin yolunda bulunanlar, yeryüzünün halifeleri olarak yaratılan ademoğullarının eşi olamazdı. Bu hususiyetten olsa gerek, “sabi – sibyân” bunak olmayan her insanı –hak veya batıl– bir iddia ile buluruz.
Gerçekten de gerçek yol bizimkiydi. Ona ters istikamette giden yollar cehenneme kadar uzanıyordu. Büyük Doğu’nun bu çarpıcı kalemi, demek isteyip de diyemediklerimizi, usta ve şiirli bir edayla haykırıyordu. Artık Büyük Doğu mecmuasının genç bir okuyucusu, Necip Fazıl imzasının tiryakisi olmuştuk. Cuma günlerini iple çekerdik.* Okuyucularının psikolojisini iyice bilen Büyük Doğu idarecileri, yayınlarını hiç aksatmıyor; günü gününe, tam zamanında okuyucularına mecmualarını ulaştırabiliyorlardı. Bu husus dergicilikte çok önemlidir. İnsan tam acıktığı zaman sofrasını önünde bulamazsa tedirgin olur; Pavlov’un kelb’i gibi mide suyu salgılarını boşu boşuna akıtır. Fikirlerini taze heyecanlarda tutmasını iyi bilen Necip Fazıl Büyük Doğu’larıyla, yeni başlayan iman ve aksiyon kıpırdamalarını, sanat ve edebiyat yoluyla kanalize ediyordu. Tabii bütün bunları yaparken kendisi dolu dolu mesailerle renkli bir hayat içerisinde bulunuyordu. Statik sanatçıların inadına, dinamik ve daima aktif bir çabayı sürdürüyordu.. “Bab- ı Ali’nin efesi“ olduğunu neden sonra ilan edecek olan üstad akıllılardan(!) çok çekmiş olacak ki, “Divanelere muhtacız“ diyecekti. Hesaplı nisaplı kimselerle bir iş görülmeyeceğini anlatmak istiyordu. Elbette ki, hak olsun batıl olsun, bir dava adamı rahat duramaz. Günün Nazım Hikmet’i ve Necip Fazıl’ı, dünün Tevfik Fikret’i ve Mehmet Akif’i, Asrı Saadet’in Ebuleheb’i ve Ömer – ül Faruk’u.. misalleri çoğaltabiliriz. Bunlar insanlığın mümeyyiz fıtratını aksettirirler.
Necip Fazıl, batılın bataklıklarında çırpınırken, kendisine uzatılan eli iyi yakalamıştı; öyle başkaları gibi çırpındıkça batmıyor, çabaladıkça kurtuluşa biraz daha yaklaşıyordu. Eski çirkin beraberliklerden uzaklaştığı nispette yüce iman safının mahzunlarının ümidi oluyor, gönüllerini kazanmaya başlıyordu. Öyle alkışlanıyordu ki, değme adam bu coşkulu alaka karşısında kendisini kaybetmekten zor kurtarırdı; Necip Fazıl bu teveccühlerle kendisini bulma, olma yoluna girme çabalarını sürdürür bir manzara arz ediyordu.
Büyük Doğu’yla su yüzüne, her hafta biraz daha belirerek, çıkan Necip Fazıl, bir tez olma yoluna girdiği için, antitezini bulmakta gecikmemişti. Tabii karşısındakiler de boş durmuyor, onu rahat bırakmıyorlardı.
Büyük Doğu’nun antitezi, ta Kanuni’lerden, İkinci Mahmut’lardan geçerek Tanzimatla doğu – batı karması bir çıkışla müesseseleşmişti. Büyük Doğu tezi ise, kuruyan koca bir çınarın köklerinden yeniden filizlenen sahipsiz bir fidan gibiydi. Onu sulayıp büyütmek bir sabır, bir feraset, bir zaman işiydi. Bu sabrı ve feraseti kaybedenlerin umutsuz zamanları ayrı bir dert olmuştu. Eski muhitini terk etmekte, yeni muhitini kurmakta olan Necip Fazıl ne yapacaktı; ne yapmalıydı? Maddi sıkıntılar içerisinde, üstelik de mahkemelerde sıkılıyordu. Buna rağmen yılmıyordu. Bu hal onu, çok alıştığı şa’şalı çıkışlardan alıyor, ister istemez mütevazı bir görüntüye mecbur tutuyordu.
Necip Fazıl yeni muhitinde ümitsizce gördüğü bir kitlenin havasına girmekten korktuğundan olacak, atılım üstüne atılım yapıyor; çabalarını durdurmak isteyen engellerle cebelleşiyor, cebelleşiyordu. Tüm hayatı böyle geçmişti ya…
Bir şeyler yapması, davasını cemiyet planına çıkarmak için çırpınıp yürümesi gerekiyordu. Fakat yavaş yavaş Büyük Doğu’nun bir önceki karma kalabalık kadrosu da azalıp duruyordu. Parası pulu, müsrif görülen hayatını zorluyordu. Ama ne var ki, o Büyük Doğu’suz yapamazdı.
1949 senesinin ilkbaharında mecmuasını tekrar yayınlamaya başlıyor. Fakat, eskisi gibi görkemli değil; dört sayfa ve renk atamaz durumdadır. Ne hikmetse mecmuanın en çok belirmeye başladığı dönem, tesirinin zirveye tırmandığı zaman da bu dört sayfalık şekline rastlamaktadır. Bu devrede Büyük Doğu, siyah beyaz, en ucuz kağıtla çıkıyor; umutsuzluk engeliyle, ne olursa olsun, artık savaşmaya kararlı görünüyor. İlk sayısında yazısını, safına gün gün biraz daha yaklaştığı muhitine içli bir seslenişle kaleme alıyor; şöyle sesleniyordu :
<< ARKADAŞ>> Arkadaş, hiçbir ümit yok, biliyoruz! Cihanın son moda yelkenlisi, gaflet rüzgarına, küfür akıntısına, cehil haritasına, hamakat kaptanına ve riya tayfasına göre yapılmıştır. Allah’tan mahrum devirlerin manasını göstermek için bizzat Allah’ın resmettiği bu manzarayı silmek, neşeli neşeli dalgalar üzerinde seken bu gemiyi yolundan çevirmek kimin haddi?
Ne sulh olmasını bekle, ne yabancı reçetelerden şifa ümit et, ne de 1950 seçimlerine bağlan ! Hepsi masal, hepsi palavra! Bu devran, artık eşya ve hadiselere yepyeni bir tahakküm nizamıyla hayat ispat edemeyen milletlere zindan olacaktır. Sen se bu ihtilal dünyasında, tarihin kimyevî mayilerle silindiği, güneşlere karnaval maskeleri geçirildiği, hakikatlerin morgda gizli tutulduğu bir bucakta ve ümit peşindesin.
Bu gidişe göre ümit görünmüyor arkadaş; bunu görüyoruz! Fakat biz müslümanız! Müslüman, aslında ve prensipte bedbin olmasına, cesaretini kaybetmesine bilfiil imkan bulamayandır. Madem ki –sen ve ben– biz varız; orada, nasıl ve ne zaman büyüteceğini Allah’ın bildiği bir cihan vardır.
Arkadaş, seni dibine çektiğim namütenahi derin zulmet kuyusunun içinden şimdi başını kaldır da kuyunun ağzındaki ışık halkasına bak:
Bu zulmet kuyusu ya tersine çevrilip bizim hakikat abidemizi heykelleştirecek, yahut ağzına kadar taşla doldurulup büsbütün ortadan kalkacaktır!
O adam ki, Allah’a maliktir, neden mahrumdur ; ve o adam ki Allah’tan mahrumdur, neye maliktir, arkadaş?“
İşte Necip Fazıl Kısakürek böylesine canhıraş bir hitapla açmıştı, yeni bir oluşa hazırlarken “1001 çerçeve”sinin kapısını…
(*) Prof. Dr. Süleyman Yalçın “Necip Fazıl’dan söz açarak” bir nesil Büyük Doğu mecmuasının öylesine tesir ve tutkusu içindeydi ki, derginin çıktığı Cum’a iple çekilir, mecmuaya bir an evvel kavuşabilmek için, sokaklara dökülür…” (Türk Edebiyatı) sayı:37, sh:(34)
(kriter, Kasım 83, sayı.38)
(Devam edecek inş.)
Sadece kayıtlı kullanıcılar yorum yazabilirler. Lütfen hesabınıza giriş yapınız veya kayıt olunuz. Powered by AkoComment 2.0! |