İSPANYA'DA ÇATIŞMA 
George ORWELL Türkçeye Çeviren: M. Selami ÇEKMEGİL Bir öğlen sonu Benjamin on beş gönüllü istediğini söyledi. Daha önce durdurulmuş olan faşist mevziine yapılacak saldırı bu akşam gerçekleştirilecekti. On adet Meksika şarjörümü yağladım, süngümü çamurla kamufle ettim(bunlar çok fazla parladığı zaman konumunuzu açığa çıkaran şeyler), büyük bir parça ekmek, yedi santimetre kırmızı sosis ve karımın Barcelona'dan göndermiş olduğu, uzun süreden beri sakladığım bir adet puroyu paket yaptım. Her adama üç bomba dağıtıldı. İspanya hükümeti nihayet iyi bir bomba imalini başarmıştı. Bu, Mills bombası prensiplerine göre, ama, bir yerine iki pimli idi. Pimleri çıkardıktan sonra bombanın patlaması için
yedi saniyelik bir süre vardı. Esas dezavantajı pimlerden birinin çok sıkı, diğerinin ise, çok gevşek olmasıydı. Bundan dolayı ya her iki pimi birden yerinde bırakıp bir tehlike anında sıkı olanını çekememek ve yahutta sıkı olan pimi önceden çekip bombanın cebinizde patlaması endişesi ile devamlı korkuda kalmak şıklarından birini tercih durumundaydınız. Ama yine de fırlatılması kolay küçük bir bombaydı.
Gece yarısından biraz önce Benjamin on beşimizi Torre Fabian'a götürdü. Akşamdan beri durmaksızın yağmur boşanıyordu. Sulama kanalları dolmuş taşıyor, ne zaman ayağınız sürçse belinize kadar sulara batıyordunuz. Avluda, zifiri karanlıkta sağanak altında bir insan yığını karaltısı bekleşiyordu. Kopp, önce İspanyolca, sonra İngilizce konuşarak taaruz planını izah etti. Buradaki faşist hattı bir (L) eğrisi çiziyordu ve saldıracağınız siper bu L'nin köşesindeki, yukarı meyilli arazi üzerinde bulunuyordu. Yarımız İngiliz, yarımız İspyanyol otuz kadarımız, tabur komutanımız Jorge Roca'nın ve Benjamin'in kumandasında yukarı sürünerek faşist tel engeli kesecektik. Jorge, bir işaret olarak ilk bombayı fırlatacak sonra hepimiz yağmur halinde bomba göndererek faşistlere siper dışına sürüp onlar toparlanamadan orayı ele geçirecektik. Aynı anda yetmiş komando, diğerinin iki yüz metre kadar sağında, ona bir haberleşme kanalı ile birleştirilmiş bulunan müteakip faşist mevziine saldıracaktı. Karanlıkta birbirimizi vurmamız engel olmak için beyaz kol bağı takacaktık. O an bir haberci geldi ve beyaz kol bağı bulunmadığını söyledi. Karanlık içinden üzüntülü bir ses: “bizim yerimize faşistlerin beyaz kol bağı takmaları ayarlayamaz mıyız?” diye önerdi.
Bir veya iki saatlik bir vakit vardı. Katır ahırının üzerindeki ambar top atışıyla öylesine harap edilmişti ki, içinde ışıksız dolaşmak mümkün değildi. Döşemenin yarısı atılan mermilerle parça parça olmuştu. Altındaki taş zeminden yarım metre yüksekte idi. Biri bir kazma buldu ve döşemeden bir kalas söktü. Birkaç dakika içinde hemen bir ateş yaktık, sırılsıklam elbiselerimizden buharlar çıkıyordu. Bir başkası bir oyun kâğıdı paketi çıkardı. Etrafta, konyaklı sıcak kahve dağıtılacağı yolunda -savaşta her zaman rastlanılan esrarlı söylentiler cinsinden- bir söylenti dolaştı. İştahla, nerdeyse çökecek olan merdivene sıralanıp, kahvenin nerede bulunacağını soruşturarak karanlık avluda dolaşıp durduk. Heyhat!.. Kahve yoktu, onun yerine bizi toplayarak, tek sıra yaptılar ve sonra ad Jorge'la Benjamin, artlarında onları takiben bizler hızla karanlığın içine daldık.
Yağmur hâlâ yağıyordu ve zifiri karanlıktı ama rüzgâr kesilmişti. Çamuru anlatamam pancar tarlaları içinden geçen yollar, her yerde gölcüklerle dolu, sabun gibi kaygın kesekler silsilesiydi. Bizim kendi siperimizden ayrılacağımız yere varmadan çok önce herkes birkaç kere düşmüş ve tüfeklerimiz çamurla kaplanmıştı. Siperde küçük bir insan grubu, yedeklerimiz, doktor ve bir sıra sedye ile bekliyorlardı. Siper içinde bir menfezde sıralandık ve bir başka sulama kanalı içinden güçlükle yürüdük. Zifosbatak!.. Bir kez daha çizmemizin kenarlarından dolan pis, kaygan çamur içinde bellerimize kadar sudayız. Jorge, dışarıda çayırda hepimiz geçinceye kadar bekledi. Sonra, hemen hemen ikiye katlanmış halde ileriye doğru yavaş yavaş ilerlemeye başladı. Faşist siperi takriben yüz elli metre uzaklıktaydı. Oraya varmak için tek şansımız gürültüsüz hareket etmemizdi. Ben, Jorge ve Benjamin'le öndeydim. İkiye katlanmış halde fakat yüzümüz ileriye dönük olarak, her adımda daha da yavaşlayan bir hızla, hemen hemen tam karanlığın içine süründük. Yağmur hafif hafif vuruyordu yüzlerimize. Geriye göz attığımda bana en yakın kimseleri; ileriye doğru usulca kayan, büyük, siyah mantarlara benzer hörgüç gibi şekiller demeti görebiliyordum. Fakat ne zaman başımı kaldırsam hemen yanımda olan Benjamin sert bir şekilde kulağıma “Başını indir!. Başını indir!.” diye fısıldıyordu. Ona endişe etmemesini söyleyebilirdim. Tecrübelerimle biliyordum ki, karanlık bir gecede yirmi adım ötedeki bir kimseyi görmeniz mümkün değildi. Sessizce gidiş çok daha önemli idi. Eğer bir duysalar işimiz bitikti. Yapacakları sadece makinalı tüfekleri ile karanlığı taramak olurdu. Buna karşı kaçmaktan ya da katledilmekten başka bir şey yapamazdık.
Fakat balçık haline gelmiş yerde sessiz hareket etmek sanki imkânsız gibiydi. Ne yaparsanız yapın ayağınız çamura saplanıyor ve attığınız her adım slop-slop: slop-slop...
En kötüsü rüzgâr da durmuştu: yağmura rağmen çok sakin bir geceydi. Sesler çok uzun mesafelere ulaşırdı. Ayağım bir tenekeye çarptığı zaman korkulu bir an oldu. Millerce mesafe içindeki her faşist duymuş olmalı diye düşündüm. Ama hayır, ne bir ses, ne cevabi bir atış, ne de faşist hatlarında herhangi bir kıpırdanma. Daima yavaşlayarak ileri doğru sürünüp durduk. Oraya bir önce varmak; sırf onlar bizi duymadan önce bombalama mevziine ulaşma arzumun derinliğini size anlatamam. Böylesi bir zamanda herhangi bir korkunuz bile olmuyor. Sadece etkili olabileceğiniz yere ulaşmak için dehşetle ve ümitsiz bir arzu duyuyorsunuz. Vahşi bir hayvanı takip ederken de aynı şeyi; atış menziline ulaşmak hususundaki bu aynı muzdarip arzuyu ve bunu imkânsız gören aynı rüyamsı ümitsizliği hissetmiştim. Mesafe nasıl da uzadı. Araziyi iyi biliyordum, ancak yüz elli metre kadardı ama yine de bir milden daha fazla gibi geldi. O hızla sürünürken yerdeki büyük değişimleri bir karıncanın fark edebileceği kadar fark ederseniz ancak; şurada görkemli, ,düzgün bir çayır alanı; burada berbat, yapışkan, çamurlu bir arazi parçası; hışırtısından kaçınmak zorunda olduğunuz sazlar; üzerinden gürültüsüz aşmanız imkânsız gözüken umut kırıcı taş yığınları... İleri doğru öylesine bir asır kadar sürünmüş olduk ki, ben artık yanlış istikamete gitmişliğimizi düşünmeye başladım. Sonra karanlıkta belli belirsiz hatlar şeklinde daha koyu bir şey belirdi. Bu, dıştaki tel engeldi(faşistlerin iki sıra tel engelleri vardı). Jorge yere diz çöküp cebinde bir şeyler aradı. Haiz olduğumuz tek tel makasımız ondaydı. Snip, snip. Uzayıp giden bu nesne usulca kenara kaldırıldı. Arkadaki adamların yaklaşmalarını bekledik. Sanki dehşetli bir gürültü yapıyor gibiydiler. Artık faşist siperine elli metre kadar bir şey kalmış olmalıydı. Hâlâ ikiye katlanmış halde ileriye doğru devam. Fare deliğine yaklaşan bir kedinin ki gibi yavaşça ayağınızı yere koyarak sinsi bir adım; sonra dinlenmek üzere bir duruş, sonra bir adım daha. Bir defasında başımı kaldırdım, Benjamin sessizlik içinde elini ensemin üzerine koyup sertçe aşağı çekti. İçteki tel engelin siperden ancak yirmi metre kadar uzakta olduğunu biliyordum. Otuz kişinin işitilmeden oraya varabileceği bana imkânsız gözüktü. Nefeslerimiz bile kendimizi ele vermeye kafiydi. Yine de her nasılsa oraya ulaştık. Üzerimizde hayal gibi yükselen bulanık siyah bir höyük; faşistlerin mevzii artık görülüyordu. Jorge, bir kez daha diz çöküp cebini yokladı: Snip, snip... Bu zımbırtıyı da sessiz kesmenin bir yolu yoktu.
İşte ikinci tel engele de varmıştık. Bunun arkasından dört ayak üzerinde ve daha süratlice sızdık. Hemen saldırı için toparlanmaya vaktimiz olsa hepsi mükemmeldi. Jorge'la Benjamin sağa doğru sürünüp geçtiler. Ama, etrafa yayılmış vaziyette olan gerideki adamlar tel engeldeki dar aralıktan geçebilmek için tek sıra olmak zorundaydılar. Tam o anda faşist mevziinden bir parıltı ve bir patlama... Nöbetçi sonunda bizi duymuştu. Jorge bir dizi üstüne doğrultu ve kolunu şöyle bir salladı: Boomm!.. Bombası siper üzerinde bir yerde patlamıştı. Derhal, bir kimsenin düşünebileceğinden çok daha ani şekilde faşistlerin mevziinde on ya da yirmi tüfek patladı. Elhasıl, bizi bekliyorlarmış. O an için kızıl ışık altındaki her bir kum torbasını görebilirdiniz. Çok, çok gerilerde olanlar bombalarını fırlatıyorlar, ama bunların bazıları sipere ulaşmıyordu. Her mazgal deliğinden sanki alev fışkırıyordu. Karanlıkta size ateş edilmesi her zaman berbattır. Her namlunun parıltısı sanki doğrudan sizi hedef almış gibidir. Fakat bunların en berbatı bombalardı. Bunların dehşetini, karanlıkta yakınınızda bir bomba patlayıncaya kadar anlayamazsınız. Gündüzde sadece patlamanın gürültüsü vardır; gece ise birde kör edici kızıl parıltısı var. ilk yaylım ateşte kendimi yere atmış, bütün bu zaman zarfında kaygan çamurda yan üstü yatmış vahşicesine bir bombanın pimiyle güreşiyordum. Lanet şey bir türlü çıkmıyordu. Sonunda onu ters yönde çevirdiğimin farkına vardım. Pimi çıkardım dizlerimin üstünde doğruldum, bombayı savurup tekrar kendimi yere attım. Bomba siper dışında sağ taraf üzerinde bir yerde infilak etti. Korku hedefimi şaşırtmıştı. Tam bu anda başka bir bomba hemen benim önümde gümledi. Öylesine yakındaydı ki patlamanın ısısını hissedebildim. Kendimi iyice yere serdim ve yüzümü çamura öylesine şiddetli bastırdım ki boynumu incittim. Yaralandığımı sandım. Gürültü arasında arkamdan İngilizce bir sesin yavaş bir şekilde “vuruldum” dediğini duydum. Bomba bana dokunmadan etrafımda birkaç kişiyi gerçekten yaralamıştı. Dizlerimin üzerinde doğruldum ve ikinci bombamı da patlattım. Onun nereye gittiğini hatırlamıyorum. Faşistler ateş ediyor, arkadan bizimkiler ateş ediyor; ben ortada olduğumun tam bilinciydeydim. Bir atış sesi duydum ve hemen arkamda birinin ateş ettiğini farkettim. Ayağa kalkıp ona, “Bana ateş etme, beyinsiz herif…!” diye bağırdım. O anda Benjamin’in on-on beş metre sağımda koluyla beni çağırdığını gördüm. Ona koştum. Bu ateş kusan mazgal delikleri hattını geçmem demekti. Giderken sol elimi yüzüme siper ettim –sanki insanın eli bir mermiyi engelleyebilirmiş gibi.- Ahmakça bir hareket. Ama bende yüzden vurulmanın korkusu vardı. Benjamin, yüzünde memnun ve şeytani bir ifade içinde, bir dizi üzerinde çömelmiş ateş ediyordu. Jorge, ilk yaylım ateşte yaralı düşmüştü, gözden uzak yerlerdeydi. Benjamin’in yanına diz çöktüm, üçüncü bombanın pimini çektim ve onu da fırlattım. Ahhaa!. Bu kez artık şüphe yoktu. Bomba köşede, siperin içinde, makineli tüfek yuvasının tam yanında infilak etti.
Faşistlerin atışları ansızın yavaşlamış gibi oldu. Benjamin ayağa fırladı ve “ileri!..hücum!..” diye bağırdı. Siperin üzerinde bulunduğu kısa, dik bayırı hızla çıktık. Ben, “hızla çıktık” diyorum, ama tırmandık daha uygun bir tabir olur. Gerçek şu ki, baştan ayağa ıslak ve çamurlu bir halde, süngü takılı ağır bir tüfekle yüz elli kartuşun ağırlığı altında hızlı hareket etmeniz mümkün değildir. Tepede bir faşistin beni beklemekte olduğundan emindim. O mesafeden bana ateş etse kesinlikle vurabilirdi. Ama yine de her nasılsa onun ateş edeceğini hiç ummadım: süngüsüyle icabıma bakacağını düşündüm. Süngülerimizin çatışmasının heyecanını sanki önceden hissetmiş gibiydim; onun kolunun benimkinden daha güçlü olup olmadığını merak ediyordum. Mamafih bekleyen bir faşist yoktu. Müphem bir rahatlama hissiyle buranın alçak bir siper olduğunu, kum torbalarının sağlam bir istinat oluşturduğunu fark ettim. Kural olarak bunların aşılması zordur. İçerideki her şey parça parça olmuştu; direkler sağa sola savrulmuş, büyük şarapnel parçaları etrafa saçılmıştı. Bombalarımız tüm barınak ve sığınakları harap etmişti. Ve hâlâ görünürde bir kimse yoktu. Onların yer altında bir yerlerde gizlenmekte olduklarını düşündüm. İngilizce olarak: “Haydi, çık oradan! Teslim ol!” diye bağırdım. (O an İspanyolca hiçbir şey düşünemedim) Cevap yok. Sonra bir adam, yarı ışıkta gölge bir şekil, yıkılmış kulübelerin çatısı üzerinden sıçrayıp hızla sola doğru fırladı. Süngümü etkisiz bir şekilde karanlığa dürterek ardına düştüm. Kulübenin köşesini dönünce diğer faşist mevziine uzanan haberleşme kanalı içinde tüyen birini gördüm. –Bu daha önce gördüğüm kişi miydi bilmiyorum- Çok net görebildiğime göre ona çok yakın olmuş olmalıydım. Çıplak başlı idi ve sanki omuzların sıkıca sardığı battaniye dışında üzerinde bir şeyi yok gibiydi. Ateş etmiş olsaydım onu parça parça uçurmuş olabilirdim. Fakat birbirimizi vurma korkusu sebebiyle siper içine girdikten sonra sadece süngü kullanmamız emredilmişti. Ve ben hiçbir durumda ateş etmeyi düşünmedim. Bunun yerine zihnim yirmi yıl geriye, Çanakkale’de bir Türk’ü nasıl süngülemiş olduğunu canlı bir pandomim içinde gösteren boks hocama gitti. Tüfeğimi dipçiğinin ince yerinden kavrayıp adamın sırtına hamle yaptım. Yetişebileceğimin biraz uzağında kaldı. Bir hamle daha yine yetişmedi. Kanal yukarı seğirterek ben üstte peşinden omuz kemiklerine dürtükleyerek, ama tam ulaşmaksızın kısa bir mesafe böyle ilerledik. – Sanırım ona o kadar komik gelmese de benim için anımsanacak komik bir hatıra. Elbette araziyi o benden daha iyi biliyordu ve az sonra uzaklaşıp kayboldu. Geri döndüğümde o yer bağrışan kimselerle dolmuştu. Ateş sesleri biraz azalmıştı. Faşistler üstümüze hâlâ üç taraftan ağır ateş yağdırıyorlardı ama, artık daha uzak mesafeden. Şimdilik onları geriye sürmüştük. Kâhin bir eda içinde, “Burayı ancak yarım saat tutabiliriz, fazla değil” dediğimi hatırlıyorum. Neden yarım saat demiştim, bilmiyorum. Sağ taraftaki siper üzerinden baktığınızda karanlığı hançerleyen sayısız, yeşilimsi tüfek parıltıları görebiliyordunuz; ama bunlar çok gerilerde, yüz veya iki yüz metre kadar uzaktaydılar. Şimdi işimiz orayı araştırıp yağmalayamaya değer her şeyi yağma etmekti. Benjamin ve diğer bazı kişiler orta yerdeki büyük barakanın veya sığınağın yıkıntıları arasında aranmaya başlamışlardı bile. Benjamin yıkık çatı arasından bir mühimmat sandığının halat sapından tutmuş heyecanla çekiştiriyordu: “Yoldaşlar! Mühimmat!.. bol mühimmat var burada”! Bir ses, “mühimmat istemiyoruz, tüfek istiyoruz” dedi. Doğruydu. Tüfeklerimizin yarısı çamura bulanmış, kullanılmaz haldeydi. Temizlenebilirlerdi ama, karanlıkta kol demirini tüfekten çıkarmak tehlikelidir; bir yere koyar sonra da kaybedersiniz. Karımın Barcelona’da almayı becermiş olduğu, çok küçük bir elektrikli cep fenerim vardı. Aksi halde tanım için aramızda hiçbir ışık olmayacaktı. Tüfekleri iyi birkaç kişi uzaktaki parıltılara doğru düzensiz bir şekilde ateş etmeye başladı. Kimse seri şekilde ateş etmeye cesaret edemedi. Tüfeklerin en iyileri bile fazla ısınınca tutukluk yapabilirdi. Siper içinde bir veya iki yaralı ile birlikte on sekiz kişi kadar vardık. İngiliz ve İspanyol birçok yaralı dışarıda yatıyorlardı. İlk yardım konusunda daha evvel biraz eğitim görmüş olan Belfast’tan İrlandalı Patrick O’hara, elinde bandaj paketleri ile ileri geri gidip yaralıları sarıyor ve tabii, sipere döndüğü her seferinde, ateşe maruz kalıyordu. Etrafı araştırmaya koyulduk. Etrafta yatan bir çok ölü vardı ama, onları incelemek için durmadık. Peşinde olduğum makinalı tüfekti. Dışarıda olduğumuz bütün süre içinde müphem bir şekilde bu silahın neden atış yapmadığını merak etmiştim. Makinalı tüfek yuvasının içinde cep fenerimi yaktım. Acı bir sükut-u hayal”.. Silah orda yoktu. Sehpası, çeşitli mühimmat ve yedek parça kutuları oradaydı ama, silah gitmişti. Onu ilk alarmda sökmüş ve taşımış olmalıydılar. Şüphesiz emir altında hareket ediyorlardı. Ama böyle yapmaları çok aptalca ve korkakça bir şeydi. Eğer, silahı yerinde tutmuş olsalardı hepimizi toptan biçebilmiş olacaklardı. Çok kızdık; bir makinalı tüfek ele geçirmeyi çok istemiştik. Orayı burayı yokladık ama, bahse değer bir şey bulamadık. Etrafta bol miktarda faşist bombalarından –bir ipi çekerek patlattığınız oldukça iptidai bir bomba tipi- vardı. Bunlardan bir çiftini hatıra olarak cebime koydum. Faşist sığınaklarının çıplak perişanlığından etkilenmemek mümkün değildi. Kendi sığınaklarımızda gördüğümüz, yedek elbise, kitap, yiyecek, önemsiz şahsi eşya döküntülerinden burada hiç yoktu. Bu zavallı ücretsiz askerlerin battaniye ve birkaç parça süngerleşmiş ekmekten başka bir şeyleri yok gibiydi. Yukarıda uzak bir noktada, kısmen yerden yüksekte ve ufacık bir penceresi olan küçük bir sığınak vardı. Fenerimizi pencereden içeri tutar tutmaz bir tezahürat yükseldi. Bir metre yüksekliğinde on beş santimetre çapında silindirik bir nesne deri bir mahfaza içinde duvara dayalı durmaktaydı. Açıkça bu bir makinalı top namlusu idi. Fırlayıp kapı aralığından içerik daldık ki ne görelim; deri mahfaza içindeki şey makineli namlusu değildi ama, bizim silaha muhtaç ordumuz için ondan da kıymetli bir şeydi. Katlanabilir sehpası ile birlikte, muhtemelen en az altmış ve ya yetmiş büyütme özelliğini haiz dev bir teleskoptu. Bu tip teleskoplardan hattın bizim tarafımızda yoktu ve bunlara ölesiye ihtiyaç vardı. Onu zaferle dışarı çıkardık ve daha sonra taşımak üzere sipere dayadık. O anda birisi bağırarak faşistlerin yaklaşmakta olduğunu duyurdu. Ateş sesleri kesinlikle çok yükselmişti. Ama faşistlerin sağdan karşı saldırıya geçmeyecekleri açıktı. Bu onların aradaki tampon bölgeyi geçmeleri ve kendi korumalarını tahrip etmeleri demek olurdu. Zerre kadar akılları olsa üzerimize hendeğin içinden gelirlerdi. Sığınakların diğer tarafına dolandım. Burası ortasındaki sığınaklarla beraber kabaca bir at nalı şeklindeydi. Öyle ki solumuzda bizi kuşatan başka bir siper daha vardı. Şiddetli ateş sesleri o istikametten geliyordu ama, bu önemli değildi. Tehlike noktası doğrudan öndeydi. Burada hiçbir koruma yoktu. Tam başımızın üstünden bir mermi seli geçiyordu. Bunlar hattın daha yukarısındaki diğer faşist mevziinden geliyor olmalıydılar. Demek ki komandolar onu ele geçirememişti. Ama gürültü sağır ediciydi. Bu yığın halindeki tüfeklerin yakın mesafeden işitmeye alışık olduğum kesintisiz, davul gibi gümbürtüsüydü. İlk defaydı ki tam ortasında kalmıştım. Tabii ateş artık hat boyunca millerce mesafe bir alana yayılmıştı. Douglas Thomson yan tarafında faydasız sallanıp duran yaralı bir kolla sipere dayanmış parıltılara doğru tek elle ateş ediyordu. Tüfeği tıkanıklık yapmış olan birisi onunkini dolduruyordu. Bu tarafta dört veya beş kişi kadardık. Ne yapmamız gerektiği açıktı. Kum torbalarını öndeki siperden çekerek korumasız tarafta bir barikat yapmamız gerekiyordu. Çabuk olmak zorundaydık. Halen ateş fazlaydı ama, her an azalabilirdi. Etraftaki parıltılardan karşımızda yüz veya iki yüz kişi olduğunu tahmin edebiliyordum. Kum torbalarını rastgele çekiştirmeye, yirmi metre kadar ileriye taşıyarak kabaca yığmaya başladık. Bu berbat bir işti; her biri elli kilodan fazla çeken büyük kum torbalarıydı ve onları gevşetmek bütün gücünüzü kullanmanızı gerektiriyordu. Sonra çürümüş telis torbaları yırtılır ve ıslak toprak boynunuzdan aşağı, kollarınızdan yukarı her tarafınıza boşalıverdi. Her şeyden derin bir dehşet duyduğumu hatırlıyorum: Kaos, karanlık, korkunç gürültü, çamurda kayar gibi ileri geri yürümek, patlayan kum torbaları ile uğraşmak- ve daima kaybetmek korkusu içinde elden bırakmaya cesaret edemediğim tüfeğim tarafından engellenerek cebelleşme… hatta, aramızda bir çuvalla sendelerken birine, “İşte savaş bu! Menhus değil mi?” diye bağırdım. Ansızın ön siper üzerinden birbiri ardına atlayan uzun boylu figürler beliriverdi. Yaklaşınca komando üniformaları giydiklerini gördük ve takviye olduklarını düşünerek tezahürat yaptık. Mamafih üç Alman, bir İspanyol sadece dört kişiydiler. Sonradan komandolara neler olduğunu duyduk. Araziyi bilmediklerinden karanlıkta yanlış bir yere götürülmüşler ve orada faşistlerin tel engellerine takılarak birçoğu vurulmuştu. Bunlar, onların yolunu kaybetmiş dört bahtlısıydı. Almanlar bir kelime İngilizce, Fransızca veya İspanyolca bilmiyorlardı. Güçlükle ve el kol işaretleri ile ne yaptığımızı anlatarak barikat yapımında bize yardım etmelerini sağladık. Faşistlerin artık makinalı tüfek de getirmişlerdi. Onun yüz veya iki yüz metre uzaklığa maytak gibi(mermi) tükürüşünü görebilirdiniz. Mermiler üzerimize doğru muntazaman, buz çatırtıları ile gelmekteydi. Çok geçmeden mahallin bu tarafındaki birkaç kişinin ardına yatıp ateş edebileceği, göğüs seviyesinde, alçak bir siper oluşturmaya yeter miktarda kum torbası fırlatmış olduk. Ben onların gerisinde diz çökmüş duruyordu ki bir havan topu mermisi başımın üzerinden vınlayıp geçti ve aradaki tampon bölgede bir yerde parçalandı. Bu diğer bir tehlikeydi, ama, mevziimizi bulmaları birkaç dakikalarını alırdı. O berbat kum torbalarıyla güreşmemiz bitmiş olduğuna göre, gürültü, karanlık, yaklaşan parıltılar, parıltılara bizimkilerin mukabele edişleri bir bakıma, kötü bir eğlence de değildi hani. Hatta insanın biraz düşünmek için vakti bile vardı. Korkmuş olup olmadığımı merak ettiğimi ve neticede korkmamış olduğuma karar verdiğimi hatırlıyorum. Muhtemelen daha az tehlike altında olduğu dışarıdayken korkudan yarı hasta olmuştum. Sonra ansızın faşistlerin yaklaştığı yolunda başka bir bağırma oldu. Bu sefer artık şüphe yoktu. Tüfek patlamaları daha çok yaklaşmıştı. Ancak yirmi metre kadar ötede bir parıltı gördük. Açıkça haberleşme kanalından yukarı yolu almaya çalışıyorlardı. Yirmi metre mesafede, kolayca bombalayabilecek bir menzil içindeydiler. Birbirine sarılmış sekiz veya dokuz kişiydik; iyi yerleştirilmiş bir bomba hepimizi parça parça ederdi. Bob Smilie, yüzünde küçük bir yaradan kan akar halde dizleri üzerine kalkıp bir bomba fırlattı. Kapanıp patlamayı bekledik. Fitil havada yüzerken kırmızı ışık çıkararak yandı ama, bomba patlamadı. Bu bombaların en az en az dörtte biri çalışmazdı. Faşistlerinki dışında bombam kalmamıştı ve onların nasıl kullanıldığını da tam bilmiyordum. Herhangi birinde fazla bir bomba var mı diye ötekilere bağırdım. Douglas Boyle, cebini yokladı ve bir tane yolladı. Fırlatıp kendimi yüzüstü yere attım. Yılda bir isabet eden şans eseri, bombayı hemen hemen tüfeğin tam parıldadığı yere düşürmeyi başarmıştım. Bir gümbürtü oldu ve hemen ardından inleme ve feryatların acı bir çığlığı yükseldi. Her neyse onlardan birine ulaşmıştık; bilmiyorum öldü mü ölmedi mi ama, kötü şekilde vurulduğu kesindi. Zavallı bahtsız adam! Feryat edişini duyarken belirsiz bir üzüntü duydum. Fakat, aynı anda, tüfek parıltılarının bulanık aydınlığında tüfeğin patlamış olduğu yerin yakınında ayakta duran bir insan silüeti gördüm; veya gördüğümü sandım. Tüfeğimi havaya fırlatıp üstüne saldım. Bir feryat daha; ama, sanırım bu hâlâ bombanın etkisindeydi. Birkaç bomba daha fırlatıldı. Bundan sonra ilk gördüğümüz tüfek parıltıları yüz veya daha fazla metre, oldukça uzakta idi. Bu suretle, hiç değilse geçici olarak, onları geriye sürmüş olduk. Herkes küfretmeye ve ne cehenneme bize destek göndermiyorlar diye söylenmeye başladı. Yarı makinalı bir tüfekle, ya da temiz tüfeği olan yirmi kişiyle burayı bir tabura karşı savunabilirdik. Tam bu anda, daha önce siparişlerle geriye gönderilmiş olan, Benjamin’den sonra kumanda mevkiinden Paddy Donovan ön siper üzerinden tırmanıverdi. “Merhaba! Haydi, dışarı çıkın! Herkes derhal geri çekilsin!” “Ne?..” “Geriye!. Dışarı çıkın!..” “Bu emirdir. Tekrar kendi hatlarımıza, çok çabuk.” Arkadaşlara ön siper üzerinden tırmanmaya başlamıştı bile. Bunlarda birkaçı ağır bir cephane sandığı ile uğraşıyordu. Aklım bulunduğumuz yerin öbür tarafına da sipere dayalı olarak bıraktığım teleskopa gitti. Fakat o anda dört komandonun, sanırım önceden almış olduğu garip emirler gereği haberleşme kanalından yukarı doğru koşmaya başlamış olduğunu gördüm. Bu kanal diğer bir faşist mevziine ve –eğer varırlarsa- mutlak bir ölüme götürüyordur. Karanlık içinde gözden kaybolmak üzereydiler ki “geri çekil”in İspanyolcasını düşünmeye çalışarak arkalarından koştum. Nihayet, belki de doğru anlamda “Atras!..Atras!” diye bağırdım. İspanyol olan bunu anladı ve diğerlerini geri çevirdi. Paddy siperde bekliyordu. “Hadi, çabuk ol.” “Ama teleskop?” “A-teleskop! Benjamin bekliyor dışarda.” Dışarı tırmandık. Paddy, benim için teli kenarda tuttu. Faşist siperden ayrılır ayrılmaz her istikametten geliyor gibi gözüken melun bir ateş altında kaldık. Bunun bir bölümünün kendi tarafımızdan gelmiş olduğundan hiç şüphe etmiyorum. Zira, hat boyunca herkes ateş etmekteydi. Hangi yöne döndüysek yeni bir mermi akıntısı sıyırıp geçti. Karanlıkta bir koyun sürüsü gibi o tarafa bu tarafa sürülüp durduk. Bir kutu bomba ile birkaç faşist tüfeğinden ayrıca ele geçirmiş olduğumuz, içinde 1750 kadar mermi olan ve elli kilo kadar ağırlıkta bir cephane sandığını yanımızda sürüklemenin de hiçbir faydası olmadı. Her ne kadar siperden sipere mesafe iki yüz metreden az ve çoğumuz mahalli biliyor idiysek birkaç dakika içinde yolumuzu tamamen kaybettik. Her iki taraftan da mermi yağdığı bir yana hiçbir şey bilmeksizin kendimizi çamurlu bir tarladan sağa sola kayar bulduk. Yolumuzu aydınlatacak ay ışığı yoktu, ama, gök biraz aydınlanıyordu. Bizim hat Huesca’nın doğusundaydı: Ben ilk şafak söküp, neresi doğu, neresi batı olduğunu gösterinceye kadar olduğumuz yerde beklemememizi istiyordum, ama, diğerleri buna karşıydılar. İstikametimizi birkaç kez değiştirerek ve sırayla cephane sandığını taşıyarak ileri doğru kaydık. Nihayet ileride önümüzde hayal gibi uzayan bir siperin alçak düz çizgisini gördük. Bu bizimki de olabilirdi, faşistlerinki de… Kimsede ne tarafa gittiğimize dair en ufak bir fikir yoktu. Benjamin bazı uzun yabani otlar arasında sipere yirmi metre kalana kadar karnı üzerinde süründü ve meydan atmayı denedi. Onu bir “Bomm!” sesi cevapladı. Ayağa fırladık, siper boyu yol alıp bir kere daha sulama kanalına daldık. –Faş, foş, faş, foş-; Tekrar emniyetteyiz. Kopp, birkaç İspanyolla siper içinde bekliyordu. Doktor ve sedyeler gitmişti. Jorge ve bizim kendi adamlarımızdan Hiddlestone adlı biri hariç bütün yaralılar toplanmış gözüküyordu. Kopp, çok yorgun bir halde yukarı aşağı gidip geliyordu. Boynunun arkasındaki şişman katlar bile çok solgundu. Siper üzerinden akıp giden ve başının yanlarında patlayan mermilere aldırmıyordu. Çoğumuz korunmak için siperin arkasında çömelmiştik. Kopp, “Jorge! Kogno! Jorge!” diye mırıldanıyor ve sonra İngilizce olarak “eğer Jorge gittiyse çok kötü, çok kötü” diye söyleniyordu. Jorge onu şahsi dostuydu ve en iyi subaylarından biriydi. Aniden bize döndü ve kayıpları aramak için iki İngiliz, üç İspanyol, beş gönüllü istedi. Moyle ve ben üç İspanyolla gönüllü olduk. Dışarı çıkarken İspanyollar ortalığın tehlikeli şekilde aydınlanmakta olduğunu mırıldandılar. Bu görülür bir gerçekti. Gök hafiften mavileşmişti. Faşist tabyadan gelen heyecanlı seslere ait çok büyük gürültü vardı. Orayı öncekinden çok daha büyük bir güçle tekrar işgal etmiş oldukları açıktı. Siperden altmış veya yetmiş metre mesafede iken bizi görmüş veya işitmiş olmalılar ki üzerimize bizi yüz üstü yere kapaklandıran ağır bir ateş açtılar. Onlardan biri siper üzerinden bir bomba fırlattı –kesin bir panik işareti. Biz, faşist seslerinin çok daha yaklaşmış olduğunu duyduğumuz, ya da duyduğumuzu sandığımızda –ki salt hayal olduğundan şüphem yok ama, o zaman gerçek gibi algılamıştık-. Çayırda uzanmış yatıyor, hareketi devam için bir fırsat bekliyorduk. Siperi bırakmışlar ardımızdan geliyordular. Moyle’ye “koş!” diye bağırdım ve ayağa fırladım. Hey Allah, nasılda koştum! Daha evvel geceleyin baştan ayağa ıslanmış halde, üzerimizde bir tüfek ve mermi kartuşlarıyla koşamayacağınızı sanırdım. Ama şimdi peşinizde sizi kovan elli yüz silahlı kişi düşününce her zaman koşabileceğini öğrenmiş oldum. Eğer ben hızlı koşabilmiş idiysem, diğerleri benden de hızlıydı. Ben uçarken meteor sağanağı gibi olması gereken bir şey gelip beni geçti. Bu daha önce ön tarafta olmuş olan üç İspanyoldu. Durmaksızın tekrar kendi siperimize döndüler ve ben arkalarından onlara yetişebildim. Gerçek şuydu ki sinirlerimiz tamamen bozulmuştu. Mamafih beş kişinin açık şekilde görülebilir olduğu yarı aydınlıkta bir kişinin görülemez olduğunu bildiğimden geriye yalnız dönmüştüm. Dıştaki tel engele ulaşmayı başardım. Karın üzeri yatmak mecburiyetinde olduğumdan pek iyi olmayan yeri olabildiğince araştırdım. Jorge ve Hiddlestone’dan hiçbir işaret yoktu; sessizce geri süründüm. Sonradan öğrendik ki, Jorge da Hiddlestone da sargı yerine götürülmüşlermiş. Jorge, omzundan hafif yaralanmış, Hiddlestone’sa korkunç bir yara almıştı. Sol kolunun yukarısına saplanan bir mermi kemiğini birkaç yerinden kırmış; çaresiz yerde yatarken yanında bir bomba infilak edip vücudunun başka çeşitli yerlerini parçalamıştı. Memnuniyetle söyleyeyim ki iyileşti. Sonradan bana, bir mesafeye kadar sırt üstü yatarak çabaladığını sonra da yaralı bir İspanyol’a yapışarak içeri girmek için birbirine yardım etmiş olduklarını anlattı. Artık aydınlanıyordu. Hat boyu kilometrelerce civarda karışık anlamsız bir ateş, sanki bir fırtınadan sonra yağmaya devam eden yağmur gibi gümbürdüyordu. Her şeyin perişan görüntüsünün, çamur bataklarının, ivezli kavak ağaçlarını, hendek diplerindeki sarı suyu ve insanların traşsız, çamura bulanmış, dumandan gözlerine kadar kararmış bitkin yüzlerini hatırlıyorum. Tekrar kendi sığınağıma gittiğimde orayı paylaştığım üç kişi derin bir uykuya dalmışlardı bile. Bütün teçhizatları üzerlerinde olduğu halde kendilerini yere atmışlar, çamurlu tüfekleri karşılarında çatılmış haldeydi. Sığınağın içindeki her şey, dışındaki her şey gibi sırılsıklamdı. Uzun araştırmalar yaparak küçük bir ateş yakmak için yetecek miktarda kuru odun yongaları toplamayı başardım. Sonra, uzun zamandır sakladığım ve hayrettir gece süresince bozulmamış olup puromu tüttürdüm.Sonradan öğrendik ki, harekat, olabildiğince başarılı olmuş. Bu harekat sırf faşistlerin taburlarını, anarşistlerin tekrar saldırdıkları Huesca’nın diğer tarafından kaydırmaları için yapılmış bir akımdı. Faşistlerin karşı saldırı içine yüz veya iki yüz kişi atmış olduklarını tahmin etmiştim. Ama sonradan bir firari bize altı yüz olduğunu söyledi. Muhtemelen yalandı. Firariler açık sebepler tahtında sık sık yaltaklanmaya çalışırlar. Teleskopa çok yazık olmuştu. Bu güzelim ganimet parçasını kaybetmek düşüncesi şimdi bile beni üzüyor.
Sadece kayıtlı kullanıcılar yorum yazabilirler. Lütfen hesabınıza giriş yapınız veya kayıt olunuz. Powered by AkoComment 2.0! |