21-05-2025
 
 
 
  :: Ana Menü
 
 
 
Duyurular
AKIL IÇIN YOL BIRDIR

(THERE IS but
ONE WAY for REASON)
       
(linkleri SAG TIKLAYIN
                                 lütfen)

Sn.Soner YALÇIN'dan 
dikkate değer bir yazı: 
Edebiyatla 
               Ahmaklaştırma
https://www.sozcu.com.tr/
2021/yazarlar/soner-yalcin
/edebiyatla-ahmaklastirma
-6335565/
 


Önerdigimiz sayfalar:
M. SAID ÇEKMEG?L 
anisina
https://www.facebook.com/
groups/35152852543/?mul
ti_permalinks=1015385
0899667544&notif_t=grou
p_highlights&notif_id=147
2405452361090




Nuri BiRTEK
                kardeşimizin
(facebook sayfasından 
              ilginç tespitler)
https://www.facebook.
com/nuri.birtek




Raci DURCAN
                  kardeşimizin
(facebook sayfasından
             ilginç tahliller)
https://www.facebook.com
/raci.durcan?fref=ts



Mesut TORAMAN
                   karde?imizin
(facebook sayfas?ndan
dikkate de?er görüntüler)
https://www.facebook.
com/mesut.toraman.52









M. Selami Çekmegil 
                          kimdir!









    ____________________
BU SITE
    Selami ÇEKMEG?L’in
Yegenleri:
    Melike TANBERK ve 
    Fatih ZEYVELI'nin
 beyaz.net ekibi ile birlikte
      M.Said ÇEKMEGIL 
  an?sina ARMAGANIDIR!  


   Anasayfa
(Bir HİKAYE): LİMON AĞACIM (X) PDF Yazdır E-Posta
Kullanıcı Oylama: / 6
KötüÇok iyi 
Yazar Metin ÖNAL Mengüşoğlu   
08-05-2010

“LİMON  AĞACIM” (*)

         -Bilge Terzi Çekmegil’in anısına-                                

                                                Metin ÖNAL Mengüşoğlu

Geceleyin saat 01 civarlarıydı. Kızıltoprak’ta birbirlerinden ayrıldılar. O gün bütün gün Bağdat Caddesi’nde dolanıp durmuşlardı. Cadde Bostan, Bostancı ve Suadiye’de arşınladıkları ara sokaklarda sıra sıra ıhlamur ağaçlarından müthiş rayihalar geliyordu. Bu erken baharın neşesi, güneşin kızgınlığı arttıkça biraz daha yoğunlaşıyordu. Kimi sokaklardaki çınar ağaçları ise bu civarların vaktiyle ne emsalsiz bostanlar olduğuna dair işmarlarda bulunuyordu. Bahçe içerisindeki ikişer üçer katlı evleri ne de seviyorlardı. Her birisinin bakımlı bahçesinde süslü çam ağaçları, manolyalar, Japon elmaları…Bahçe
duvarlarının diplerinde rengârenk sarmaşıklar yükseliyor, kimi evlerin bütün duvarlarını süsleyen çiçeksiz sarmaşıklar da cabası. Güller, hercai menekşeler, gecesefalarının haddi hesabı yoktu. Sokaklara bahçelerden dökülen usare ve tozları koklayarak, yutarak, sindirerek, sinelerinde muhteşem bir inşirahla gezip tozdular.

            Yorgunluk nedir bilmiyorlardı. Kanuni Sultan Süleyman’ın orduları Bağdat seferini bu istikametten yaptı diye bu cadde Bağdat Caddesi imiş. Bizimkilerin seferi tersine idi. Otobüs ile Cadde Bostan’a kadar gelmiş buradan geriye, Kadıköyü’ne doğru yürüyorlardı. Suadiye, Bostancı, Erenköy, Göztepe, Feneryolu derken oradan Kalamış’a sapmışlardı. Kalamış’taki yazlık sinema bu akşam ilk kez perdelerini açıyordu. Bakımı yapılmış, duvarları boyanmış, ampulleri yenilenmiş ve gündüzden aydınlatılmıştı.

              Tereddütsüz karar verdiler sinemaya gideceklerdi. Leylekler Uçarken bir Rus filmi.

              Filmde masum mu masum, güzel mi güzel bir Beyaz Rus kızı vardı. Hicranı oynuyordu. Adı Ludmilla mı Neretva mı her neyse. İkisi de neredeyse Ludmilla gel beni komünist et diyecek kadar bağlanıyorlar kıza. Kızın komünist filan olduğu yok elbette. Ona olan ilgilerinin dozunu hafif bir ironi ile kapatmasalar, birbirlerine karşı ayıp olacak. Ne yani filmlerde bile gördükleri kızlara âşık mı olacaklar? Daha neler. Bu ne şıp sevdiliktir? Üstelik yedeklerinde Yılmaz Güney’in eski karısı Nebahat Çehre ile Lütfü Akad’ın Irmak filminden Aysun Güven varken.

              Muhtaç Kızıltoprak’tan Ziverbey’e, oradan Söğütlü Çeşme ve nihayet Acıbadem’e kadar yürüyecek.

              Aciz Moda’da Dr. Şakir Paşa Sokağı’ndaki evine geldi.

              Ev birkaç günden beri bomboştur. Arkadaşları memlekete gitmişler. Kendisi de Muhtaç’la birlikte kalıyordu. Gece sabahlara kadar yataklarında gevezelik ettiler. Elbette ev sahibi ağabeylerini çileden çıkardılar. Muhtaç’ın ağabeyi bunları kibarca evden kovdu. Adamcağız sabahleyin erkenden kalkacak. Namazdan hemen sonra yola dizilecek. İşine gidecek.  Üç beş kuruş getirecek de ana babası ve bizimkiler yiyecekler. Bu arada bizimkiler ne yapacak? Sabah namazından bir saat önce uykuya ve yorgunluğa mağlup düşecekler. Öğlen namazına bir saat kala uyanıp sabah namazını eda edecekler. Muhtaç’ın anasının hazırladığı kahvaltıdan sonra haydi ver elini İstanbul. Artık Cihangir mi olur Koca Mustafa Paşa mı? Süleymaniye mi Edirnekapı mı? Belki de Beykoz, Vaniköy, Paşabahçe. Beykoz cevizi, Kanlıca yoğurdu, Çengelköy salatalığı, Üsküdar simidi.

              Evin kapısı gıcırdayarak açıldı. Apartmanın bodrum katındaki bu daireye girdiğiniz vakit, üç etrafının bahçe ile çevrili olduğunu görüyordunuz. Apartmana girince önce karanlıktan ürküyorsunuz. Ama daireye adım atar atmaz içinizi ani bir ferahlık kaplıyor. Çok bakımlı olamasa da bahçede çınar, servi, manolya, ıhlamur, çam her ağaçtan var. bahçeyi sadece kendileri kullanabiliyorlar. İki odalarının kapısı balkona açılır gibi bahçeye açılıyor.

              Şimdi yatsı ibadetini yerine getirecek. Sonra?

              Sonra Necip Fazıl’ın Canım İstanbul şiirini ezberleyecek. Yeni yayınlanmış.

              Lavabo bir hayli kirli idi. Nereden türemişse lavabonun civarında çıplak gözle görülebileceklerin en ufak boyutunda canlılar uçuşuyordu. Bunlara mahlûk demeye dili varmıyordu. Sinek, sivrisinek cinsindendiler belki ama öyle küçüktüler ki renklerini seçmek imkânsızdı. Renksiz gibiydiler. Siyah, yeşil, mavi, kırmızı, mor değiller. Beyaz da sayılmazlar. Çünkü beyaz lavabonun zemininde seçilmelerine hiç imkân bulamazdınız o zaman. Kirli beyaz diye sıfatlandırsak, ona pek uymuyorlardı. Öyle küçük ve öyle uzuvsuzlar ki şeffaf gibiler. Nerelerinden, hangi istikametten bakarsanız bakınız ancak geri plandaki fayans zeminden ötürü varlıkları gözünüze çarpıyor. Hayır, toplu iğne başının boşlukta şöyle veya böyle bir hacmi vardır. Bunlar belki toplu iğnenin ucu ile izah edilebilirler.

              Uçuşan böcekler, sinekler, mahlûklar, canlılar. Belirgin hiç ama hiçbir uzuvları yok iken ne ile uçuyorlar, hangi kanatlarla? Nereleriyle yürüyorlar? Bu lavabonun çevresinde ne ile besleniyorlar? Neleri ile nerelerine besin çekiyorlar? Çıldırtır insanı bu fıtrat.

              Ama o da ne? Lavabonun kıvrık kenarından bir ince bacak gözüktü. Aciz’in varlığını hissederek telaşlandı. Bir örümcek. Aciz’le birbirlerini fark ediyorlar. Örümcek ossaat lavabonun üstünden boşluktaki görünmez ipine tırmanarak yükseliyor. İstese tutup öldürebilir onu. Yapmıyor. Hayvan banyonun tavanına kadar yükselip orada kayboluyor.

              Işığı yansıtan lavabonun beyaz ve göz alıcı zemini üzerinde biraz daha dikkatini yoğunlaştırınca, incecik ve şeffaf ipliklerden örülü örümcek ağını fark ediyor. Demek kurnaz örümcek bu uçuşan mahlûklara fırsattan istifade ağı ile tuzak kurmuş.

              İyi de şimdi bir şey daha kurcalıyor kalbini, kafasını. Yahu serçe parmağının ucu kadar da olsa, nohut büyüklüğündeki gövdesiyle bu örümcek, şu uçuşan minnacık mahlûkları yiyerek nasıl beslenir? Onların neresini yer?  Yenecek, ağza gelecek, dişe dokunacak neleri var ki? Aklı kamaşıyor. Hala musluğu açabilmiş değil. Allahım bu nasıl bir dengedir? Başı avuçlarının arasında, bir elini kalbinin üzerine bastırıyor. Bekliyor birkaç dakika. Sonra içinin dinamik sesini dinliyor. Ve musluğu açıyor.

              “Tısss” sular kesiktir.
              Canım İstanbul.

              Mehmet Sait Çekmegil o gün İstanbul’a gelecek. Sultanhamam, Yeşildirek yörelerinden kumaş alacak terzi dükkânı için. Buluşacaklar. Üstad İstanbul’da İktisat Anlayışımız adlı eseri için matbaa da arayacak. Birlikte dolaşacaklar. Aciz her seferinde Üstad’ın mahalli matbaalarda basılan eserlerindeki tashih hataları ile kötü baskıdan ötürü ille de İstanbul matbaalarını önermişti. İşte bu sefer bu gerçekleşecektir.

              En önemlisi arkadaşı Muhtaç ile Üstadı tanıştıracaktır.

              Aciz biraz gecikme ile Sultanhamam’a varır. Yeşildirek’te dolanır. Nihayet Gürün Han’daki Malatyalı bir esnafın yanında bulur Çekmegil’i . Yanında eski bir kalfası vardır. Adı Hakkı. Şimdi İstanbul’un sosyete terzisi olmuştur. Artistlerin terzisi. İş adamları, doktorlar, avukatlar, politikacılar hep onun müşterisi imiş. İstanbul’un en pahalı terzisi.

              İkisi çıkıyorlar Çekmegil ve Muhtaç. Cağaloğlu Yokuşunu tırmanırken Üstad sürekli durumdan vazife çıkartıcı öğütler yüklü sohbetler yapmaktadır. İlk terzi dükkânını açtığında İstanbul’a kumaş almaya geldiğini hatırlıyor. O yıllarda Said Nursi’nin Sirkeci’de bir otelde yattığını işitmiştir, bir hayli hasta olduğunu da. Nur risaleleri okuyan bir kumaşçıdan otelin adresini istiyor. Hasta Üstad’ın kimseyi kabul etmediğini söylüyorlar. Ama yine de merakını gidermek onunla tanışmak arzusu ağır basıyor. Otele vardığında Said Nursi’nin hizmetini görenler, kimseyi görüştürmediklerini söyleyerek Çekmegil’i çevirmek istiyorlar o ise ısrarlıdır. Cebinden yeni basılmış şiir kitabını çıkartıp uzatıyor: “Gizli Bir Ses Dedi Ki. Bunu Üstada verin ve yazarının görüşmek isteğini lütfen ona iletin” diyor. Şakirtler söz dinliyor. Üstad, Çekmegil’i kabul ediyor. Onu ve gayretlerini izlediğini söylüyor. Dualarla uğurluyor.

              Nasıl da mutludur bunları anlatan Çekmegil. Ahmet Sait Matbaası ve Fatih Matbaası’ndan fiyat alıyorlar.

              Yokuştaki son durak Vilayet Han’daki Sebil Yayınları’dır. Yayınevi, Abdurrahim Zapsu’nun bir eserinin yeni baskısını yapmıştır. Eserde Çekmegil için ayrılmış övücü bir bölüm vardır. Ancak yeni baskıdan bu bölüm çıkartılmıştır. Çekmegil gelmeden önce Abdurrahim Zapsu’nun varisi olan Pertev Zapsu’ya bu tasarrufu kimin yaptığını sormuş ve Pertev beyin bu işten haberi olmadığını anlamıştır.

              Yayınevindeki hoş beşten sonra Çekmegil bu tasarrufun sebebini sorar. Kadir bey haberi yokmuş gibi davranır. Yayın işleriyle başka arkadaşın ilgilendiğini söyler. Ve onu çağırır. O da bu tasarrufu bizzat Kadir beyin emrettiğini ağzından kaçırır. Olay bir cürmü meşhut olarak yayın tarihine geçer böylece.

              Muhtaç, Sait Çekmegil ile tanışıyor. İlk izlenim çok etkileyicidir. Şaşırtıcıdır. Hayatın istikametini değiştirici bir söylem yüklüdür.

              Marmara Lokali’nde çay içiyorlar. Ücreti Üstad ödüyor. Hayli pahalı bulmuştur. Bizimkilere kızar. Bu pahalı yerlerde kısıtlı bütçelerinizle nasıl oturuyorsunuz?

              Yol boyunca, yollar boyunca veya bir yere iskân ettiklerinde sürekli soruyor, sorguluyor, sarsıyor. Muhtaç’ın bu süratten başı dönüyor. Aciz alışkındır. Sanki karlar içerisinde kaybolmaktan son anda kurtarılmış ve cesedi donmak üzere olan bir kimseyi uyarmak için çabalayan hemşire rolünü üstlenmiştir. Düşündürüyor, düşündürürken öğretiyor. Öğretirken bilfiil yaşatıyor. Yaşatırken öğretiyor ve düşündürüyor. Hiçbir nefesi boşuna almayacaksınız onun yanında. Herhangi bir hülyaya dalmaya fırsat bulamayacaksınız. Olan bitenin o kadar içinde, onlarla o kadar hemhal yaşamaktadır ki, bu dikkat, bu özen, bu titizlik geçen zamanın en kısa anını bile dolu dolu yaşamayı sağlıyor. Yaşanan mekânların her santimetre karesine dair bir hatıra yüklüyor hafızaya. Temasa geçtiği, münasebet veya muamelede bulunduğu insanlara dair ise her tavır ve her imaya ait bir röntgen filmi çekiyor. Tanıdığı/ tanıştığı insanların üzerine, taşıyamayacakları bir yük bir ağırlık gibi çöküyor. İnsanlar bundan çok korkuyorlar. Ama geçen zaman içerisinde o yükü rahatlıkla taşıyabildiklerini anlayınca bu kez tembellikleri ortaya çıkıyor. Kimi kaçış yolları arıyor kimisi utanıyor. Yalnız şurası bir gerçek ki kimse Allah’ın kendisine bahşettiği hakiki gücünü kullanmıyor. Ya farkında değil yahut kötü arzularının işine böylesi geliyor.

              Muhtaç Çekmegil’in parayı çok sevdiğini sanıyor. Yol boyunca pahalı çaydan bahsettiği için. Aciz buna üzülüyor, kırılıyor. Ona bir anısını anlatarak ikna etmeye çabalıyor.

              “Babamın memur olduğunu biliyorsun. Nüfusumuz kalabalık, bütçemiz sınırlıydı. Yine de üstümüze başımıza çok dikkat ederdi ailemiz. Şehrin en iyi terzisinden giyinirdik. Yani Çekmegil Terzihanesi’nden. Ben, ailem içerisinde Çekmegil ile en yakın olan kişiydim. Malatya Fikir Kulübü’nün müdavimiydim. Bir bakıma Çekmegil gibi birisinin arkadaşıyım. Günün birinde pantolon ihtiyacım oldu. Ona diktirmek için uğradım. Ne zaman ödeyeceğimi sordu söyledim. Söylediğim tarihten on gün sonraya senet yaptık, imzaladım. Pantolon dikildi. Ben Fikir Kulübüne gelip gidiyorum Fikir Kulübü Çekmegil’in terzihanesidir. Senedin tarihi geçmiş haberim yok. Ayrıca haberim olsa da cepte onu ödeyecek para ne gezer. Sigara ve kitaba para yetişmiyor ki bir de pantolona ödeyeyim. Arkadaşız ya, belki de parayı istemez sanıyorum. Çünkü ben henüz lise öğrencisiyim. Lakin Çekmegil parayı istedi. Senedi çıkardı gösterdi. Tarihi geçmişti. Utandırdı beni. Hemen babamın kasası olan anneme gittim. Parayı aldım. Senedi ödedim, elinden alıp yırttım. Doğrusu biraz soğumuştum. Hem suçlu hem de güçlüyüm. Günler sonra beni sokakta gördü. Zorla dükkânına götürdü. Hiçbir şey olmamış gibi konuştu benimle, çay ısmarladı. İzin isteyip kalkınca elime bir zarf tutuşturdu. Ve dedi ki: ‘Ben zaman zaman talebelere kitap almaları için destek çıkıyorum, bu parayla kitap alırsın, sen çok okuyan bir gençsin.’ Almak istemedim. Çok ısrar etti. Çıktım utanıyordum. Zarfı bütün gün açamadım. Gece eve dönüp odama çekilince açtığım zarftan, benim pantolon için ödediğim miktarda para çıktı. Hatta bu para bizzat benim kendisine ödediğim paraydı. Onu aldığı gün bir zarfa koymuş, belli ki bir müddet sonra bana geri vermeyi düşünmüş. Böylece ben hem senedimi ödemeyi öğreneceğim hem de âlicenaplığı.”

              Muhtaç’ın gözleri parlıyordu sevgi ve memnuniyetten. Aciz coşmuştu artık. Said ağabeyin Limon Ağacım şiirini ezberden okudu:

              “ Kış mı uzun sürdü,
              Sabrımız mı tükendi nedir?
              Yüreklerimiz hala üşümektedir,
              Hala korkuyoruz soğuk almaktan…
              Öyle bir mevsim geçtik ki,
              Nasıl da kurtulduk kurumaktan


              Davamız sanki limon ağacı;
              Odalarımızda sakladık onu,
              Mevsim mevsim koruduk donmaktan

              Sabret, yaz gelsin de limon ağacım!
              Çıkarayım seni gün ışığına
              Dalların açılsın rahmete,
              Kurtulmalıyız odalardan…”

(*) Bu hikâye yazarın Metamorfoz Yayıncılık Okur kitaplığı serisinden Mayıs 2010da çıkan İstanbul Hikâyeleri adlı eserinden alıntılanmıştır. kriter

Yorum
Muhteşem
Yazar hakperest açık 2010-05-09 17:16:14
Teşekkürler Metin Bey... 
Şiiriniz de nesriniz de çok güzel. 
Said Ağabeyimizin vefalı dostu, kardeşi. 
Selam sana.  
Rahmet gerçek yigit Said Ağabeyimize.

Sadece kayıtlı kullanıcılar yorum yazabilirler.
Lütfen hesabınıza giriş yapınız veya kayıt olunuz.

Powered by AkoComment 2.0!

Son Güncelleme ( 30-07-2014 )
< Önceki   Sonraki >


Advertisement

Kullanıcı Girişi
Ziyaretçi Sayısı
136778610 Ziyaretçi
 
www.beyaz.net