Başkent TV'de MEHMET AKİF SÖYLEŞİSİ
Mustafa Başoğlu:
İyi akşamlar sayın seyirciler. Öncelikle sizlere konuğumu tanıtmak istiyorum.
Sayın Selami Çekmegil, avukat, değişik kamu görevlerinde bulundu. Selami Çekmegil avukatlığının yanı sıra bir kültür adamı. Malatyalılar babasını çok yakından tanır, daha doğrusu Türkiye'de okuma yazmayla ilgisi olanlar babasını çok yakından tanırlar. Ben de kendisini tanıma şerefine nail oldum.
Babadan oğula geçen bir kültür mirası Selami Bey'de var. Bu programı Selami Çekmegil'in isteği üzerine gecikmiş olarak yapıyoruz. Çünkü geçen programlar öncesinde kendisiyle görüştüğümüzde Merhum Mehmet Akif Ersoy'un ... ölüm yıldönümünde böyle bir programın düzenlenmesinin doğru olacağını söylediğinde ben geçen programın konuklarını belirlemiştim. Kendisine gelecek hafta sizin bu isteğinizi yerine getireceğiz, dedim. Selami Bey hoşgeldiniz.
Selami Beyle program öncesinde görüşmemizde Mehmet Akif'in şiir yönünden ziyade mücadeleci yönünü, topluma umut veren yönünü, cesaret veren yönünü, o kötü şartlarda insanı yüreklendiren yönünü de dikkate alacağız,diye düşündük.
Mehmet Akif'i bu yönleriyle tanımak daha gereklidir. Biz Mehmet Akifle ilgili olarak Mehmet Akif'in Sanat ve Şiir Anlayışı üzerine bir kitap bastık. İsmi “Hisli Yürek” diye. Bunu Nazım Elmas arkadaşımız hazırladı. Bu kitapta Mehmet Akif'in şiir hissiyatı var. Mehmet Akif'in dün söylediklerinin bugünde geçerli yönleri var. Bu Türkiye'nin şimdi içerisinde bulunduğu şartlar bakımından daha da geçerlidir. Biliyorsunuz 12 Mart 1921'de Atatürk'ün başkanlık yaptığı TBMM'de Mehmet Akif'in hazırladığı şiir birkaç defa okunarak ayakta alkışlanarak İstiklal Marşımız olarak kabul edildi.
O günden beri İstiklal Marşımız olarak okuyoruz. Gerçi geçenlerde bir kongrede okunmadığını üzülerek gördük. Bu topraklar üzerinde yaşayan herkesin ayyıldızlı bayrağa ve İstiklal Marşı'na saygı duyması gerekir.
Bu kısa açıklamanın ardından sözü Sayın Çekmegil'e vereceğim. Ondan önce İstiklal savaşı gazilerini, şehitlerini, Mustafa Kemal Atatürk ve silah arkadaşlarını rahmetle anıyorum. Şimdi Sayın Çekmegil kısaca kendini tanıttıktan sonra konuya geçeceğiz, Sayın Çekmegil, söz sizin. Selami Çekmegil:
Teşekkür ederim, lütfettiniz, davet ettiniz. Sizin iltifatınızın değişik bir anlam taşıdığını biliyorum. Hatta bir hatırlatmamı istem gibi telakki edip de davetiniz doğrusu beni mütehassis etti. Bizde Mehmet Akif'i 27 Aralık'ta ölüm yıldönümünü vesile ederek anma yaparlar. Ogün bir başka program hazırlamıştınız, ben size 'keşki, bugün Mehmet Akif için bir program olsaydı' demiştim. Ancak benim istemimin manasızlığını da daha sonra sizden aldığım işaretle gördüm. O da şu: bizde esasen ölüm yıldönümleri mutat değildir. Normalde doğum yıldönümlerinde sevinç esastır, Bizde aslolan ölüme matem çekmek değildir. Yeniden doğumlara ümit taşımak ve doğumun neşesiyle yeni bir hayatın müjdesini almaktır. O itibarla daha sonra da Mehmet Akif'i ansak, onun fikirlerinin doğumuna vesile olur diye bir düşünceyle böyle bir günde beraber olmamızdan mutluluk duyuyorum. İkincisi benden ziyade babama yaptığınız iltifatlar için çok teşekkür ederim. Gerçekten onu yad etmiş olmanız sizin kadirbilirliğinizi ve fikri hareketi takip ettiğinizi gösteriyor. Babamın oğlu olarak, Said Çekmeğil'in oğlu olarak benim dört kitabım var. 1942 doğumluyum. Bu dört kitabın birini Kültür Bakanlığı, Sayın Tınaz Titiz’in zamanında ağabeyim Yavuz Bülent Bakiler’in tavsiyesi ile bastı. “Orwell'den Seçmeler” diye... George Orwell'in halkımıza bazı mesajlar taşıyan yazılarını tercüme ederek kitaplaştırdım. Orwell'den Seçmeler diye. Bir ayda bitti. İngiliz yazarıdır ve İkinci Cihan Harbi sırasında önemli eserler ortaya çıkarmıştır. Totalitarizme karşı demokrasi yanlısı bir yazardır. Emperyalizmi ise içinde görev yapmasına rağmen yerden yere çalan bir haysiyet taşımaktadır. Orwell, bir Rusya ziyaretinin ardından, kendisi sosyalist temayüllü tanınmasına rağmen, Hayvan Çiftliği kitabını yazan adamdır, onurlu bir kalemdir. İşte, onun makalelerinden yaptığım seçmeleri Kültür Bakanlığı 5000 adet bastı. Kitap bir ayda bitti, Şu anda kendi ihtiyatında, deposunda bile yok. Namık Kemal Zeybek bey, Kültür Bakanı iken bu kitabın ikinci kez basılmasını emir vermişti; fakat süresi vefa etmedi; iş yattı. Namık Kemal'e de –ki kendisi benim okul arkadaşımdır- bu kadirşinastlığı nedeniyle teşekkür etmek istiyorum buradan. Mustafa Başoğlu:
Biraz önce bizim sendikanın kültür yayınları bulunduğundan bahsetmiştim, siz kitabı bize verin Sağlık İş Yayınlarından onu biz basalım. Selami Çekmegil: İkinci bir kitabım efendim, hatırattır ve Tilki Tuzağı ismini taşır. Timaş yayınlarından çıktı, onun da piyasada hiçbir tane mevcudu yoktur. Üçüncü kitabım: Kendimizi Tartışmak. Benim hayat felsefemi tartıştığım kitaptır. Birazdan Mehmet Akif'ten nakillerle, aktarımlarla aslında kendimize yönelik bazı eleştiriler de ortaya getireceğim. O da bu kitapta dercedilmiş, Mehmet Akif'in kimsenin bilmediği görüşleridir. Mehmet Akif'i herkes sadece şair olarak görür, İstiklal Marşı olarak bilir ve Çanakkale destanı ile bilinir. Oysaki Mehmet Akif çok derinliğine bir fikir adamıdır. Tarihimizin gördüğü saf fikir açısından hiçbir kimsenin erişemeyeceği bir zirveyi teşkil eder. O itibarla Mehmet Akif'e dikkat bazı noktalarda bize ışık tutabilir. İşte bu kitaptan o tip nakiller de aktaracağım. Bir dördüncü kitabım efendim, o da uçurtma diye, meşhur hikayeci Somerset Maugham’dan kısa hikayelerdir. Bu da tercüme... Yani bazen sorarlar 'kitabınız var mı' diye, dört kitabım var diyorum. Ama isimlerini Zebur, İncil, Tevrat; Kur’an diye geçiştirip isimlerini saymadan bırakıyorum. Şu anda size saydım. Ayrıca basıma hazır dört kitabım daha var; bastırabilecek miyim bilmiyorum... Şimdi Mehmet Akif'in en enteresan tarafı, biraz evvel aslında Çanakkale Şehitleriyle Mehmet Akif özetlendi. Orada dikkatli bir okuyucu, dikkatli bir izleyici, dinleyici için, Mehmet Akif'’le ilgili bütün ipuçları var. Bütün özelliklerine derinliğine tek bir cümlesinden yakalayarak gidebilirsiniz. Aşağı yukarı bana söyleyecek birşey bırakmadı ama şerh etmek (açmak) gerekecek tahmin ediyorum. Şimdi Mehmet Akif öyle bir dönemde dünyaya gelmiş ki Çanakkale şiirinin tasvir ettiği siyasi hercümerç, dağdağalı ortam; aynı durumlar fikir alanlarında da var. Ülke bir karmaşa içerisinde. Ve aydın geçinenlerin hepsi topluma hocalık etme ve toplumu kendi tercih ettiği bir noktaya sürükleme istemindedir. Mesela Mehmet Akif'in çağdaşlarından Tevfik Fikret önemli bir isimdir. Ve Tevfik Fikret bu memleketin ne tip fikri etkilere maruz kaldığını resimlendirmek bakımından da iyi bir örnektir. Doğrusu aktarımlar yaparken tercihim bu doğrudur bu yanlıştır şeklinde vermeyeceğim ama bir takım aktarımlar yaparak dineliycilerimize tevdi edeceğim.Şimdi efendim mesela o tarihlerde o ortamda Tevfik Fikret enteresan bir iddia ortaya getiriyor. Diyor ki: 'Vatanım ruyi zemin milletim nev’i beşer' Güya hümanist bir yaklaşımı empoze etmiş oluyor. Fakat enteresandır bütün insanlığı kendi milleti olarak tarif ediyor. Ütopik olarak enteresan bir bakış tarzıdır. 'Vatanım ruyi zemin' diyerek bütün dünyayı kendinin sahiplenmesi gereken, bir alan olarak tarif ediyor.
Bu gerçeklere uyuyor mu, uymuyor mu? Hayat realitesi bunu böyle kabul ediyor mu, etmiyor mu? Bu düşünülecek bir hadisedir. Ama Mehmet Akif bu alanda Tevfik Fikret'e katılmıyor. O farklı bir iddia ortaya getiriyor. Milletinin insanlık camiasında mümtaz ve şerefli bir konumu olduğunu anlatır. Mesela Tevfik Fikret “Yırtılır sayfaların ey kitab-ı köhne birgün” diye mısra söyler, Mehmet Akif ona karşıdır; der ki “Şimdi Allah'a söver, sonra biraz bol para ver, Hiç utanmaz protestanlara zangoçluk eder”, der.
Şimdi ben bu ortamda, bu hercümerç ortamda, Mehmet Akif'i, Tevfik Fikret’ten farklı bir tip, milletini doruk noktada seven ve milleti için hiçbir fedakırlıktan kaçınmamayı telkin eden mısraların sahibi olarak görüyorum. O, Bir realiteyi resimlendiriyor. Ve milletinin kim olduğunu tarif
ediyor. Orada mefkure (ülkü) birliğini milletinin tarifi için esas alıyor, ülküsünü de İslam olarak anlatıyor. Somut ifadelerini herkes Safahat'ından okuyabilir. Bir de Safahat’ı her evde bu milletin fikri trendini takip etmek için bulundurulması gereken ve okunması gereken bir kitap olarak düşündüğümü söylemek istiyorum. Yani her evde bulunması gereken bir kitap diye takdim ediyorum. Şimdi o dönemi bir şair söyle tarif ediyor, bu benim dedem; diyor ki:
Mustafa Başoğlu,
Bu genetik oluyor herhalde.
Selami Çekmegil:
Bende şairlik yok ancak yazılarımda şiir vardır. Şimdi dedem o ortamı şöyle tarif ediyor. Çok uzun bir şiir... Bir gün Ostim Radyo'da yaptığımız programda hepsini okumuştum ancak şimdi son kıtasını okuyacağım. O ortamı çok güzel tarif ediyor.
"Yollar karışık hangi tarike gideyim ben,
“Hangi sese bu samiamı atfedeyim ben,
“Hayretzedeyim, Saniha bilmem nedeyim ben,
“La havle vela kuvvete illa billah."
Şimdi tabii, enteresan bir ortam, enteresan bir muhit... Mehmet Akif bütün bunların içerisinde İstiklal mücadelesinin fikri boyutunu üstlenmiş ve kendi perspektifinden Kastamonu'dan Çanakkale'ye Çanakkale'den bir başka yöreye taşıyarak bu davayı işlemek istemiştir. Tasvip edip etmemek tabi insanların tercihleriyle alakalı. Konumuz Akif olduğu için ben yansıtmak noktasından bunları dercetmek istiyorum:
Öncelikle o ortamın onurlu bir tipidir, Mehmet Akif. Yani birografisine bakarsanız Babası Temiz Tahir Efendi, Arnavutluk'un İpek kasabasından.. ve enteresandır ünvanı çok güzel: temiz... Müderristir; İstanbul Fatih dersiamlarındandır ve lakabı Temiz Tahir Efendi'dir. O kadar temiz bir insanmış; iki kat.. Demekki Mehmet Akif'’teki ruh temizliği de biraz da ondan. Annesi Buharalı. Ve çok samimi ve çok temiz din duyguları güçlü olan bir hanımefendi imiş. Belli ki, bunlardan çok şey tevarüs etmiş Mehmet Akif'. Ve o dönemin aslında saf fikir taşıyan onur abidesidir, şahsı itibariyle de. Hiçbir zaman bir fikrini para karşılığı değiştirmeyi, satmayı düşünmemiş, ve hatta tenkit edici bir tavrı var, afedersiniz odun gibi tabirini kullanmak çok saygısızlık olur; direk gibi doğru bir insanmış. Direk gibi her düşündüğünü söyleyen ve taviz vermez bir gidiş tarzını simgelermiş. Onun için bu kadar onurlu, bu kadar üst düzeyde olmasına rağmen çok da mütevazi. Mesela Safahat bir abidedir. Safahat çok müthiş bir kitaptır. Yani emek olarak müthiştir, edebiyat olarak müthiştir, dil olarak müthiştir. Şimdi ondaki Türkçe'yi okuduğunuz zaman akar böyle su gibi hiç kimse 'bu düşünülerek seçilmiş kelimeler' demez. Gayet hayatın içinde akan kelimelerdir...
Ama birgün soruyor bir başka edip Mehmet Akif'e diyor ki, “Siz bu kelimelerin üzerinde uzun uzun düşünür müsünüz?' “Vallahi diyor, bir kelimeyi bir hafta on gün zihnimde devamlı takmışımdır. Safahat bütün sadeliği ve güzel Türkçesiyle bir lisan abidesidir.
Kelimelerinin şimdi eskimesi onun Türkçe’liğini etkilemez. Zaten dil kelimelerle tarif edilmez, dil bir mantığın vucüt verdiği bir hadisedir, Türk neyi nasıl söyler, yoksa her dil başka bir dilden kelime adapte eder, mesela İngilizler, 'algebra' kelimesini Arapça'dan adapte etmişlerdir. Şimdi İngilizce Arapça mı oldu? Değil...
Onun için Türkün kullandığı dil, her zaman Türkçedir, eğer o mantıkla Türk’lerin birbiriyle anlaşmasını sağlıyorsa, buna Türkçe değildir demek imkanı yoktur. Ha kelimeler eskimiştir, olabilir, çünkü siz o kelimeler noktasından o kavramı, o fikri yitirmişiniz, onun için anlamıyorsunuz. Mesela biraz önce söylediğim kitapta buraya atıf yapar, Der ki Orwell, "Fikirle dil arasında sarhoşla içki arasındaki münabsebet gibi bir ilişki vardır. İnsan efkarlanır içer ama içtikçe efkarı artar, derdi artar; derdi arttıkça bir daha içer. Dil de böyledir" diyor.
Dilde bazı kelimeler zamanla ortadan kalkar, Niye? Çünkü o alanda o fikre ihtiyaç kalmamaştır. Fikir ortadan kalkınca o fikri anlatacak kelimeye de ihtiyaç kalmaz. Böylece o güzelim, o zengin kültür gider, yerine tek heceli kelimelerle birbirimize ekmek, suyu ifade eden bir karga dili ile hitap ederiz. Ve zannederiz ki, öbürü, o güzel dilimiz, Türkçe değil. Mehmet Akif'in Türkçesi benim zannım, kanaatim, o dönemde edipler arasında ve halk içerisinde en çok anlaşılan, en güzel kelimeler ve en güzel Türkçelerden bir tanesidir. Mustafa Başoğlu,
İzin verirseniz dil üzerine kısa bir açıklama yapmak istiyorum. Bir gazete haberinde okuduğum dillerin büyük çoğunluğunun Anadolu menşeli olduğuna dair bir haberdi bu. Bizde bazı konularda yozlaştırma var, örneğin siz torun sahibisiniz, torunlarınıza okulda öğretilen Türkçe ile sizin kullandığınız Türkçe aynı olmadığı için uyum sağlayamayacaksınız.
İki nesil arasında kopukluk olacak. Halbuki dilin buna tahammülü yok. Öyle bir kullanmalıyız ki sizin çocuklarınızla torunlarınızla aynı dili anlayabilmelisiniz. Türkiye'de modernleşme, batılılaşma uğruna öz değerlerimizi yitiriyoruz, öz değerlerimizden uzaklaşıyoruz. Evet buyrun... Selami Çekmegil
Çok güzel katkıda bulundunuz, şimdi bu kadar üst düzeyde bir dille bu kadar üst düzeyde bir fikir manzumesini, tasvip edip etmeyin o ayrı bir konu, ama seviyesi çok yüksek. Yani illa demiyorum ki bütün söyledikleri doğrudur, ama ne söylemişse en kaliteli şekilde, en güzel şekilde söylemiş, ve Türkçeyi de en güzel şekilde kullanmış. Ama buna rağmen, çok mütevazi bir adammış. O koca Safahat'ı nasıl takdim ediyor biliyormusunuz? Aynen şöyle:
Bana sor sevgili kâri, sana ben söyleyeyim
Ne hüviyette şu karşında duran eş'arım:
Bir yığın söz ki, samîmiyyeti ancak hüneri;
Ne tasannu 'bilirim, çünkü, san'atkârım
Şii'r için ''göz yaşı'' derler; onu bilmem, yalnız
Aczimin giryesidir bence bütün âsârım!
Ağlarım ağlatamam; hissederim, söyleyemem,
Dili yok kalbimin, ondan ne kadar bîzarım!"
Bakın şu muazzam Safahat'ı bu kadar mütevazilik içerisinde bize sunuyor. Bu, Mehmet Akif’'teki çok enteresan karakterin ve kalitesinin göstergesidir.
Mustafa Başoğlu
Mehmet Akif'in mütevaziliği bu dönemde ondan bahsetmemize neden oluyor. Ayrıca Mehmet Akif şairliğinin yanında iyi bir İslam ve Kur'an hizmetçisi.
Selami Çekmegil
Şimdi bu tevazunun yanında Mehmet Akif'in iki karakteri, iki ana vasfı daha belirgindir. Bu vasıflardan birisi meskenete, tembelliğe ve boş beklemeye karşıdır.
Daima, eski dilde say derlerdi, daima çalışmak, daima hamle yapmak, daimaiyinin kötüye takdimini öngörür. Mesela Endülüs felaketini şöyle anlatır: Endülüs tacı elinden alınan bahtı kara
Savuşurken o güzel mülkü verip ağyara
Tırmanır bir tepenin üstüne, etrafa bakar,
Bırakıp çıktığı cennet gibi zümrüt ovalar
Başlar ağlatmayı biçareyi, hüngür hüngür
Karşıdan valide sultan bunu pek haklı görür
Derki, Çarpışmadın erkek gibi düşmanlarla
Bari hiç yoksa kadınlar gibi olsun, ağla... Bakın yani, tevekküle dair bir şiiri var Mehmet Akif'in yani bizde tevekkülün ne kadar yanlış anlaşıldığını o kadar güzel anlatıyor ki, Cenab–ı Allah'a havele ediyor ya bizim yerleşik kültür, yozlaşmış kültür. Aslında Tanzimat bizim kültürü temsil etmez. Tanzimat bizim kültürün yok edildiği bir dönemdir. Onun için Tanzimata bakarak bizim kültürümüzü değerlendirenler çok büyük yanılgıya düşerler. Tanzimatı bizim zannetmekle Bizi yanlış tarif ederler. Tanzimat Batının Türk kültürünü yozlaştırmaya yoğun bir şekilde başladığı bir dönemdir. Detayları vardır, müstakil bir ortamda tartışabiliriz.
Mustafa Başoğlu
İzin verirseniz burada bir saptamada bulunacağım. Biraz önce okuduğunuz şiirde dikkatten kaçmasın okumak istiyorum, diyor ki:
Çarpışmadın erkek gibi düşmanlarla
Bari hiç yoksa kadınlar gibi otur ağla
Burada bu kadın sözcüğünü kimse yanlış anlamasın, kadınları küçültme manasında değil. Burada şunu hatırlatıyor ki şartlar gerektiğinde savaşacaksın. Vatanın için mücadele edeceksin. Selami Çekmegil
Ağlamak: benim kanaatim şudur, bütün kozları bitmiş bir insanın hiç değilse duygusunu yitirmediğini gösterir. Ağlamaya başka bir meziyet vermem ben. Ağlamak kadının tabiatında vardır, çabuk hislenir. O hislenmeyi telkin ediyor, Akif. Mehmet Akif bu söylediğini şöyle anlatıyor:
“Ey dipdiri meyyit! kalk İki el bir baş içindir"
O günkü toplumu herşeyini kaybetmiş olarak tasvir ediyor. Ey dipdiri meyyit,
meyyit ölü demek, Kalk; iki el bir baş içindir diyor.
Tabi bunu söylerken Mehmet Akif yıkıcı da değil. Yani ümitsizlik içinde değil.
Ondan sonra git ağla işin bitti demiyor. Ondan sonra ona bir eleştiri getiriyor. Diyor ki: Yıkmak, insanlara, yapmak gibi kıymet mi verir?
Onu en çulpa herifler de, emin ol, becerir.
Sâde sen gösteriver “işte budur kubbe” diye.
İki ırgatla iner şimdi Süleymaniye.
Ama gel, kaldıralım dendi mi heyhat o zaman,
Bir Süleyman daha lâzım yeniden, bir de Sinan. Evet şimdi Akif tabi bu boyutu nasıl kazanmış. Akif daha ilkokula gitmeden, iptidai derler o zaman, babasından ders almış, babasından Arapça öğrenmiş, babasından epey ders almış. Ondan sonra iptidai okula gidiyor. Ondan sonra onun bir üstü olan rüştüyeye gidiyor, orada Fransızca öğreniyor, Arapça öğreniyor Farsçayı mükemmel öğreniyor. Türk edebiyatıyla ve Türkçeyle ilgili bilgisi zaten en ileri boyutta ilgi alaka. Böyle bir seviyeyi böyle yakalıyor. Bazen bir kelimeyi o kadar hassas düşünüyor ki, dile o kadar önem veriyor ki, yani efradını cami, ağyarını mani derler eskiler, böyle bir misyonu yitirmek istemiyor. Mehmet Akif'in böyle ilginç bir tarafı var. Ahlakı mücessemdir aynı zamanda. Mustafa Başoğlu
Mehmet Akif, yıkmak için iki ırgat yeter derken, yapmak için de Bir Süleyman daha lâzım yeniden, bir de Sinan diyor. Oradan günümüze gelecek olursak, ne yazık ki Türkiye bir akışın içerisine doğru itiliyor. Yani yıkılmaya müsait bir noktaya getiriliyor. Bu da Avrupa Birliği hayranlığıdır, ya da kendine güvenememektir.
Selami Çekmegil
Ceviz Kabuğu'ndaki mülahazalarımı dinlemediniz herhalde?
Mustafa Başoğlu,
Dinlemedim ama anlatırsanız memnun olurum. Sen teknolojiye karşı önlemini alamıyorsan, gelişmiyorsan senin kubbeni başına yıkarlar o kubbeyi de yeniden kaldırmaya senin gücün yetmez. Mehmet Akif'in şiirlerinde ve düşüncelerinde bugünü de yansıtan bugünün insanına ışık tutan bir büyük derinlik vardır. Selami Çekmegil
Bir de enteresan tarafı Mehmet Akif'in çağdaşlarına nazaran farkı. Düşündüklerini aynen yaşayan bir adam. Yani ahlakı mücessem demiştim...
Diyelim ki sizinle randevüleşti, eğer Mehmet Akif'i ciddiye almıyorsanız ve randevünüzü, önceden söylemeden keyfi iptal ediyorsanız sizinle alakayı kesiyor mesela. Ve yahut parayla fikrinde en ufak bir tebeddulatı düşünmüyor. Bazı çalışmaları var, gidiyor mukavele yapıyor resmi yerlerle ondan sonra bir eser meydana getirecek, sonra birden ona layık bir noktaya varamayacağını düşünüyor, gidiyor rica minnet paradan vazgeçiyor, hem de paraya en muhtaç olduğu zamanda. Mesela İstiklal Marşı'nı yazıyor 500 bin lira ödül konuyor o günkü parayla. Ondan sonra adamcağız diyor ki bu milletin yazdığı birşey. Zaten Safahat'a almamış.
Şimdi bu ahlakı mücessem adam, ahlakını da bir temelle izah ediyor. Yani Mehmet Akif dediğiniz zaman renkli bir terminolojiden kaçamazsınız. Yani illa bugünü yaşasanız bile genel geçer terimleri kullanacaksınız. Diyorki, Ne irfandır veren ahlaka yükseklik ne vicdandır
Fazilet hissi insanlarda Allah korkusundandır.
Yüreklerden Çekilmiş farz edilsin havf-i Yezdan'ın,
Ne irfanın kalır tesiri kat'iyyen, ne vicdanın... Yani Akif, ahlakı da adamca ve sağlam bir temele oturtuyor. Tabi onun muarızı böyle bir temelin sahibi olmadığı için onun ahlakı değişkenlik taşıyor. Kitabında yazdığı, eserinde yazdığı ahlak telkinini diyelim ki bir özel sohbetinde ihlal ediyor veya yaşayışında ihlal ediyor. Mehmet Akif'in ki bir de bu noktadan muasırlarından çok farklıdır. Mehmet Akif çok enteresan bir adamdır. Savunduğu, fikri potansiyelini benimsediği camiayı da yerden yere çalar, uyarır, tenkit eder. Bakın herkes onu şiirleriyle tanır, ben size nesirlerinden birkaç cümle okuyayım, eğer müsaade ederseniz, babamın, Kur'an'a Muhatap Olmak' kitabından aktarıyorum; soruyor, diyor ki, Acaba bu düşüşün sebebi, bu inhitatın illeti ne olabilir?” Tanzimattaki parçalanma, çöküşün yani.. “İslamın en birinci teklifi ilim değil mi? Dünya da maarifle, din de maarifle, ahiret de maarifle kaim değil mi? Gel gör ki bu esasa, bu temele hiç bakmadık.
Müslümanlık namına ancak bizde birkaç gösteriş kalmış. Alt tarafı bilerek bilmeyerek kabul olunmuş, bir yığın bidat. Hayatı mücahede içinde geçenler için mevcut olmadık nimet, manasız bir tevekkül ile atıl yaşayanların ise mahkum olmayacağı zillet yoktur...” İlginç eleştiriler bunlar, müsaade ederseniz devam etmek istiyorum:
“Din işini taklit ile kaim bilmenin günahıdır ki nesilden nesile birer ikişer bidat, üçer beşer hurafe miras ola ola bugün akaidimiz, taatımız, muamelatımız adeta bir hurafat mecmuası, bidat yığını haline gelmiş...” Bidat da efendim, sonradan din adına uydurmalar. Mesela, namaz diyelim ki iki rekat, adam kalkıyor on rekat diyor. Bu tip bidat. Kastı bu, din alanındaki uydurmalar... “Dinin aslını, (bakın geldi burada konuya, dinin aslından da Kur'an'ı, ilmi doneleri kasdediyor) dinin aslını kolay kolay tahattur bile edemiyoruz. Dini taklit, dünyası taklit, adeti taklit, kıyafeti taklit, selamı taklit, kelamı taklit, hulasa herşeyi taklit olan bir milletin efradı da insan taklidi demektir ki bunlar iyi bir toplum meydana getirmez. Binanaleyh yaşayamaz da...” Nitekim işte sonucunu gördüler. “Onun için önce taklitçilikten ve göreneklere tapmaktan kurtulmak lazım” diyor. “Çünkü körü körüne taklit edenleri Cenab-ı Hak velev azar ile olsun hitabına layık görmüyor...” Tabi aslında fırtınalar estirecek iddialar bunlar. Biliyorum şimdi izleyicilerin zihninde müthiş hücumlar, muarız fikirler uyananlar var. Bunun farkındayım. Ama okuyacağım:
“Üç beş uydurma hadis ile...”, (burada örnek vermek istiyorum, Babanzade Ahmet
Naim'in Diyanet İşleri Başkanlığı'nda Sahihi Buhari tercümesi vardır. Onun
birinci cildinde idi galiba bir hikaye anlatılır. Komşusu çok nurani bir zat varmış, ölüm döşeğinde can çekişirken, eski adet gitmiş Kur'an okumuş başında, telkinde bulunmuş, iyilikler temenni etmiş. Bir arada demişki Efendim umuyorum inşallah Allah sizi cennetine koyar. Şimdi can çekişme hali içerisinde rahatsız olan adam bütün gücünü topluyor ve dikiliyor. Diyorki, elbette Allah beni cennete koyacak, nasıl koymaz ki ben sırf Hz. Ali'ye kaç hadis uydurdum, diyor. Bakın Peygamberimiz diyorki "Benim ağzımdan yalan uyduran yerini cehennemde hazırlasın" Ama bu da böyle anlatıyor. Şimdi bu cahalet; hıyanet değil. Cehaletle bu toplumun, bu dinin bir yere gitmesi mümkün değil. Hatta peygamberi bırakın sizin adınıza ben bir yerde yalan uydursam, terbiyesizlik yapmış olurum. Devam: “Üç beş uydurma hadis ile 8-10 şen'i masaldan başka sermayeyi marifet edinememiş ümmi vaazlar kürsüleri tasarruf edeliden beri milleti merhume dini umacı heyetinde Hz. Peygamberi de haşa yeni çağ ağası fıtratında tahayyül etmeye başladı. İslamın o pak, o nezih, o ilahi siması çoğumuzun hayalinden silinip gitti...” Şimdi giriyorum bir şiire, burada girmem lazım:
Nebi'ye atfile binlerce herze uydurduk. (Herze yalan demek.)
O hal bulduki cüret 'yecuzu fit-tergip
Kararı erzeli fetva kesildi, hem ne garip...
Hadisi uyduruyorken sevap uman bile var,
Sevabı varmı imiş bir zaman gelir anlar.
Cihanı titretiyorken nidayı men kezebe
İşitmiyor mu nedir bir bakın şu bi-edebe
Lisanı paki nebiden yalanlar uyduruyor
Sıkılmadan da sevap işledim deyip duruyor. Yani Mehmet Akif bulunduğu platformda da kendi iltifat ettiği zümreyi, sahiplendiği zümreyi sapmaları açısından eleştirmekten geri kalmıyor. Böyle bir namusu mücessemdir. Mustafa Başoğlu
Şimdi Mehmet Akif Ersoy'un vatanseverliği, Kur'an'a olan hizmetkarlığı, mücadele ruhunu değerlendirmiş olacağız. Sayın Çekmegil bu konudaki düşüncelerini bize aktarcak. Sayın Çekmegil buyurun. Selami Çekmegil
Mehmet Akif'in hikaye üslubuyla bu tip bütün telakkilerini aktardıktan sonra çok güzel bir anlatımı var onu getirmek istiyorum, kendim konuşmak yerine Mehmet Akif'i konuşturmayı bu noktada çok daha önemli görüyorum. Hikaye anlatıyor:
“Yok ya, Abbas'ı bilmeyen, kimdi
O sahabeyi dinleyin şimdi:
“Bir karanlık geceydi, pek de ayaz...
İbni Hattab'ı görmek üzere biraz
Çıktım evden ki yollar ıpıssız
Yolcu bir benmişim meğer yalnız!
Aradan geçmemişti çok da zaman,
Az ilerden yavaşça oldu iyan,
Zulmetin sinesinde ukde gibi
Ansızın bir mü heykel arabi!
Bembeyaz bir rida içinde garib,
Geliyor muttasıl mehib mehib.
Ben sokuldum, o geldi yaklaştık
Durmadan karşıdan selamlaştık
Düşünürken selam alan sesini
O heyula uzandı tuttu beni:
Bir de baktım Ömer değil mi imiş!
-Ya Ömer! böyle geç zaman ne böyle iş? (Ömer burada bir simge artık. O simgeyle bir anlayışı ve bir yaklaşımı bize anlatacak. Ömer şöyle diyor.):
-Şu mahallatı devre çıkmıştım...
Gel beraber benimle, üç beş adım.
Ne sada var, ne bir yürür bidar; (Abbas devam ediyor)
Uhrevi bir sükun içinde civar.
Ömer olmuş gezer siyaneti Hak...
Şu yatan beldenin huzuruna bak!
O semalar kadar yücelmiş alın
Çakarak sinesinden afakın
Bir zaman sönmeyen nigahiyle
Necmi sahilde sanki bir hale (Anlaşılmasın akışın zevkine varılsın bu bile yeter)
Duruyor her evin önünde Ömer,
Dinliyor, bi-haber içeridekiler.
Geçmedik en harap bir yapıyı
Yokladık sağlı sollu her kapıyı
Geldik artık Medine haricine
Bir çadır gördü durdu kaldı yine.
Ocak başında oturmuş ihtiyarca bir kadın
Açız açız diye feryat eden çocuklarının
Karıştırıp duruyorken pişen nevalesini
Çıkardı yuttuğu yaşlarla çırpınan sesini...
-Durundu yavrularım, işte şimdi pişecek...
Fakat ne hal ise bir türlü pişmiyordu yemek
Çocukların yeniden başlamıştı naleleri
Selamı verdi Ömer, daldı akibet içeri
Selamı aldı kadın pek beşuş bir yüzle...
-Bu yavrular niçin, ey teyze, ağlıyor, söyle
-Bugün ikinci gün, aç kaldılar.. -O halde neden
biraz yemek koymuyorsun?
-Yemek mi, çömleği sen
tirit mi zannediyorsun? İçinde sade su var;
çakıl taşıyla beraber bütün zaman kaynar!
Ne çare! belki susarlar dedim, ayıplamayın.
-Peki senin kocan, oğlun, ya kardeşin, ya dayın...
Tek erkeğin de mi yok?
-Hepsi öldü kimsem yok.
-Senin midir bu küçükler?
- torunlarım,
- ne de çok...
Adam gidip emire söylemez mi halini
-Ah!
Emire öyle mi kahretsin angarib Allah!
Yakında rayeti ikbali ser-nugun olsun
Ömer belasını dünyada isterim bulsun!
-Ne yaptı teyze, Ömer böyle inkisar edecek
-Ya ben yetim avuturken emir uyur mu gerek
Raiyetiz ona bizler vediatullahız
Gelip de bir aramak yok mu?
-Haklısın, yalnız,
Zavallının işi pek çok, Zaman bulup gelemez
Gidip de söylememişsen ne haldesin bilemez.
-Niçin hilafeti vaktiyle eylemişti kabul
Sonunda böyle çürük özrü kim sayar makbul
Zavallının işi çokmuş nedir muharebe mi
İşitme sen de civarında inleyen elemi,
Medine halkını üryan bırak Mısır'da dolaş
Gaza! Gaza! diye git soy cihanı, gel paylaş
Çocukların bu sefer yükselince feryadı
Kadın tevehhürü artık cünuna vardırdı
-Şu nevhalarki çıkar ta bulutların içine
Ömer savaiki tel’in olur iner tepene
Yetimin ahını yağmur duası zannetme
O sayha ra’d-ı kazadır ki gönderir ademe!
“Açız açız bize bir lokma olsun ekmek ver”
“Susundu yavrularım, işte oldu, şimdi pişer”
Gidip de söyleyeyim ha?.. Dilencilik yapamam,
Ömer de kim; benim ondan kerim adamdı babam.
Ölür de yüzsuyu dökmem sizin halifenize
Ömer vuruldu bu son sözle...
-Haklısın teyze!
Avut çocukları ben şimdicik gider gelirim
Halife önde bitik, suçlu, münfail nadim:
Ben arkasında perişan çadırdan ayrıldık
Sabaha karşı biraz başlamıştı aydınlık
Köyün köpekleri ejder misali saldırıyor,
Bırakmıyor bizi yoldan, fakat kim aldırıyor!
Medine'nin dalarak münhani sokaklarına
Dönüp dönüp hele geldik zahire ambarına
Halife girdi açıp, ben de girdim emriyle.
Arandı her yeri bir mum yakıp alel acele
-Şu tek çuval unu gördün ya! Haydi yükle bana
Bu testi yağ doludur, elverir o yük de sana.”
Çuval halifede yağ bende çıktık ambardan
Kilitleyip geri döndük deminki yollardan
Mesafe baktım uzun, yük yaman, Ömer yaralı:
Dedim ki,
-ben götüreyim verirmisin çuvalı
-Hayır yorulsa değil ölse yardım etme sakın
Vebali kendine aittir İbn-i Hattab'ın... Süremizin sonuna mı geldik? O zaman izleyicilerimiz devamını Safahat'tan
okusun. Şiirin başlığı Kocakarı ile Ömer. Mustafa Başoğlu
Sayın Çekmegil, programın sonuna geldik, sizin son cümlenizi almak isitiyorum. Selami Çekmegil
Mehmet Akif'i hayırla ve rahmetle anıyorum. Onun istiklal ışığının, bütün insanların doğruya ulaşmalarındaki gayretlerini teşvik edici olmasını diliyorum... Mustafa Başoğlu
Teşekkür ederiz. rahatsız olmanıza rağmen bizi kırmayıp geldiniz. Belki ileride sizinle başka konularda program yapma imkanımız olabilir.
Son Nokta Programı 31- 01- 2005|
UGG Kids Boots,UGG Boots Sale,Discount U Yazar pceskepplemauri açık 2013-01-08 18:13:34
|
Sadece kayıtlı kullanıcılar yorum yazabilirler. Lütfen hesabınıza giriş yapınız veya kayıt olunuz. Powered by AkoComment 2.0! |